Atatürk'ün bilinmeyen kız kardeşi
Atatürk: Yazılarak unutturulan lider. Yazılması istenenler köpürtülerek,
istenmeyenler sükûta büründürülerek unutturulan demek daha doğru.
seçeneklerinden birini tercihe zorlayacaktır.
Misal mi? Geçen hafta Başbakanlık Arşivi'ndeki aslını yayınladığım
Atatürk'ün hazineye bağışladığı çiftlikleri (ki mal varlığının sadece
bir kısmıydı). Tarihçilik ilk, orijinal kaynağa ulaşmaktır. Peki onun
ekmeğini yiyen bu kadar kurum olduğu halde çiftlik meselesini
burunlarının dibindeki Cumhuriyet Arşivi'nden incelemeye neden
yanaşmamışlardır?
Önümde Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi şatafatlı bir unvana
sahip kurumun Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2006'da yayınlanan
"Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi" kitabı duruyor. Yazarı da bir prof.:
İzzet Öztoprak. Üstelik metin kısmı 134 sayfa tutan bu kitabı iki prof.
da incelemiş! Gelgelelim geçen hafta düzelttiğim maddi bir hata aynen
bu 'bilimsel' eserde de tekrarlanmış. Güya Atatürk bir 'çelik'
fabrikasına ortakmış. Hayır efendim, çelik değil, 'çeltik' fabrikasına
ortaktı. Düzelt düzeltebilirsen.
Aynı takım hücum üstüne hücum tazeliyor. Vay efendim, daha ne
istiyorsun, bak ne güzel çiftliklerini hazineye bağışlamış vs. Ben bu
kadar mal varlığını nereden edindiğini sorgulamadım ki? Sadece belgedeki
dökümü aktardım. Dökümü verince akla bu sorunun geleceğini pekala
biliyorlar çünkü ve hemen savunmaya geçiyorlar. Oysa asıl soruları bu
haftaya saklamıştım:
1) Atatürk 155 bin dönüm arazi, şu kadar inek, koyun, tavuk (ve yazmayı
unuttuğum 58 adet merkep) vesaire demirbaşları Hazineye hangi şartlarda
devretmişti?
2) Devretmeseydi bu mallar kime veya kimlere kalacaktı?
İlk sorudan başlayalım.
İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ı (Bilgi Yay., 3. baskı, 2009, s. 544-545)
çarpıcı bir iddiayı dile getirmekte. 'En yakın arkadaşı' diye sunulan
İnönü'ye göre Atatürk, Orman Çiftliği'ni Tarım Bakanlığı'na (Ziraat
Vekaleti) satmaya çalışıyormuş. Buna itiraz etmiş. Çiftliklerde hükümet
ve devletin de büyük emeği bulunduğunu, dolayısıyla "hazine yardımı ile
meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satma"nın doğru olmayacağını
söyleyen İnönü'ye Atatürk "Öyleyse ne yapayım?" diye sormuş. O da
"Bilmiyorum" demiş. Bunun üzerine Atatürk "Vereyim ama nereye vereyim?"
diye sormuş. İnönü de "Hazineye ver" diyerek çiftliklerin hazineye
devrinin kendi tavsiyesi üzerine gerçekleştiğini anlatmış. İnönü
bombanın pimini çekmeyi ihmal etmez:
"Aslında çiftliği elden çıkarma(sı)nın bir sebebi de zarar etmesi(ydi). Ondan kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyor."
Yani zarar eden çiftliği devlete satarak zarardan kurtulmak istemektedir
Atatürk. Bunu kim söylüyor? Devrin Başbakanı. Nerede söylüyor?
Sabahattin Selek'e anlattığı hatıralarında. Başka ne söylediğini merak
ettiniz mi? Öyleyse özetleyerek okumaya devam:
"İkincisi, çiftlik hazineye devrediliyor, fakat bira fabrikası
devredilmiyor. Pekala dedim, sahibi Atatürk olduğu için Tekel (İnhisar)
Bakanlığı Atatürk ile mukavele imzalayacak. Atatürk'le konuştum.
Bakanlıkla mukavele yapacaksınız dedim. Güldü. 'Nasıl olacak?' dedi. 'Bu
olmayacak. Karşı karşıya geçeceğiz de devlet başkanı ile hükümet olarak
tekel mukavelesi yapacağız, olmaz bu' dedim."
İnönü'nün söylediklerinde iki önemli nokta öne çıkıyor: 1) Atatürk
çiftlikleri zarar ettikleri için devlete satmak istiyor ama buna kendisi
engel oluyor. 2) Sonunda hazineye bağışlıyor ama kâr eden bira
fabrikasını listeden çıkartıyor, buna da İnönü engel oluyor.
Cumhurbaşkanının bir bakanıyla karşı karşıya geçip fabrikası için
mukavele imzalayacak olmasındaki çarpıklığı bütün çıplaklığıyla ortaya
koyuyor.
İnönü'yü destekleyen bir başka ifadeye, Kâzım Özalp'ın Türkiye İş
Bankası Yayınları'ndan çıkan "Atatürk'ten Anılar" kitabında rastlıyoruz.
Eski TBMM Başkanı bakın ne yazmış: "Ancak, yapılmış olan büyük
yatırımlar nedeniyle borçlar da çoğalmıştı. İsmet Paşa'nın teklifi
üzerine Atatürk, çiftliği, geliştirilmesini devam etmek şartıyla, bir
milli müessese olarak idare edilmek üzere, borçlarıyla beraber hükümete
devretmeye razı olmuştu.''
Şimdi diğer soruya geçebiliriz: Çiftliklerini hazineye bırakmasaydı ne
olacaktı? Söyleyeyim: Tek yasal varisi olan kız kardeşi Makbule Hanım'a
kalacaktı! Makbule Hanım o tarihte tüccar ve fabrikatör ve dahi
milletvekili Mustafa Mecdi Boysan'la evliydi.
Genellikle pasif ve ketum bir kadın olarak sunulan Makbule Hanım'ın dinî
konularda farklı bir tavır içinde olduğunun en azından 3 örneğini
biliyoruz. Birincisi, 19 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda cenaze
namazının kılınmasında ısrar eden kişinin Makbule Hanım olduğunu, hatta
1953'te Anıtkabir'e götürülmek üzere tabutu açıldığında içine Arapça bir
dua yazılı kâğıdı koymak istediğini biliyoruz.
Ayrıca Falih Rıfkı Atay "Çankaya"sında (Atatürkçü olsam ilk işim bu
kitabı yasaklatmak olurdu!) Serbest Fırka'nın faaliyette olduğu yıllarda
Atatürk'ün kulağına gelen 'en acı haber'den şöyle bahseder: "En
yakınlardan birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, DİN PROPAGANDASI
YAPMIŞ OLMASI idi (1)." Diyeceksiniz ki, ne var bunda, isim vermiyor
ki! Siz öyle zannedin, "Çankaya"nın 1969 baskısının 574. sayfasındaki 1
nolu dipnotta şu cümle yazılıdır: "Yapan kız kardeşi idi." Gördünüz mü
Atatürk'ün o pasif ve suskun kız kardeşini? Serbest Fırka'ya girince
Yalova köylerinde ağabeyi aleyhine din propagandası yapmış. Bunu da bir
kenara yazın.
Şimdi bilinmeyen bir başka tarafını gündeme getireceğim Makbule
Hanım'ın. 8 Kasım 1952 tarihli "Resimli 20. Asır" dergisinde gazeteci
Kandemir'in kendisiyle yaptığı bir söyleşi yayınlanır. İçini döker
zavallı kadın. Kocasından boşanmıştır. Ne arayanı vardır, ne soranı.
"Hayatta yapayalnız kaldım" der, "Allah'tan başka hiç, hiç kimsem yok.
Şu evde, ÖMRÜM KUR'AN VE İBADETLE GEÇİYOR. Bir de O'nun sesi
kulaklarımda."
Siz hiç Makbule Hanım'ın ömrünün namaz kılarak ve Kur'an okuyarak
geçtiğini yazan bir Atatürk kitabı okudunuz mu? Okumadınız muhtemelen
ama sağlığında yayınlanan bu söyleşisinde öyle diyor. Başka ilginç
şeyler de diyor: Annem Zübeyde Hanım'ın mezarı başına bir taş dikilsin
demişti abim, onlar ise götürüp bir kaya parçası koymuşlar. "Böyle
yapacaklarını bilseydi herhalde razı olmazdı."
Atatürk'ün, İnönü'nün oğullarına mirasından para bıraktığı vasiyete
inanmadığı türünden yenilir yutulur olmayan şeyler de söylüyor ama bu
kadarı bile Makbule Hanım'ı tanımadığımızı göstermeye yeterli. Neyse,
ben şu "Din propagandacısı" üzerinde biraz çalışayım izninizle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder