31 Mart 2012 Cumartesi

KOCAMAN YÜREĞİYLE ÖMRÜNÜ DAVAYA ADAMIŞ BİR KAHRAMAN *OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ*

Osman Zeki YÜKSEL (SERDENGEÇTİ)  DOĞUM : 15.05.1917 Akseki/ANTALYA VEFAAT: 10.11.1983 ANKARA Ömrünce,sürekli hep indifa halinde kükreyen bu yanardağa; alevlerini söndürmek için üzerine zulmetin en iğrenç ıslaklığındaki zindanlar örtülen, küfrün kızıl hançeriyle bağrı bin kez yırtılan; tabutluklarda, karanlık şafağa uzanırken can evine zulüm okları dürtülür. Din, millet, vatan ve adalet dendiği zaman bu sevda uğruna çılgınlara dönmüş, bu ideallerin binde biri kadar nefsine pay vermemiştir. Karşısında kabaran kızıl dağa karşı, baş döndürücü bir çağa karşı boğulmayan bir nefes, susturulmayan bir ses olarak hep dimdik durdu. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye haykıran sesini zindanlar, prangalar susturamayınca dünya nimetleriyle susturmaya çalıştılar. Ruhu şad olsun.. 1917’de Akseki’de doğdu. Bu ilçenin en eski ve en büyük ailelerinden birine mensup olup Müftü Hacı Selim’in oğludur. İlkokulu Akseki’de, orta ve liseyi Antalya’da bitirdikten sonra 1940’da Ankara Dil Tarih Coğrafya fakültesinin Felsefe bölümüne girdi. Fakültedeki milliyetçiliği ve ele avuca sığılmazlığıyla üniversite kampüsünde binlerce öğrencinin huzurunda okuduğu bir şiirle (Moskofname) sesini ilk defa duyurur. Ülke çapında ünlenlenmesi ise Adsız-Sabahattin Ali davasında olur. Sabahattin Aliyi tokatladığı için Cürmümeşhut mahkemesine götürülür ve 12,5 lira para cezasına çarptırılır. Davanın ikinci celsesinde hükümetin aldığı güvenlik tedbirlerine rağmen onbinlerce insan “Kahrolsun komünistler!” diye bağırarak Türkiye’yi inletirler ve Sabahattin Aliyi yuhalarlar. Tarih 3 Mayıs 1944’tür ve hemen ertesi günü yapılan tevkiften sonra Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’de nasibini alır. Milli şefin tabutluk ve işkence hanelerinde misafir(!) edilir bir süre. 1940-1947 arasında çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. 20 Nisan 1947’de kendi dergisini (SERDENGEÇTİ) çıkarmaya başladı ve dergisinin adı kendi adı olarakta anılmaya başlandı. Derginin ilk sayısı defalarca basıldı. Bir fakültenin iç yüzü ve Azap hücrelerinde yazılarıyla fakülteden kaydı silindi. Yapılan soruşturma ve mahkemeden sonra suçsuzluğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. Atıldığı fakülteye yeniden girmek için ilgililer nezdinde çalmadık kapı bırakmadı ise de fakülteye giremedi ve diplomasını alamadı. Bunun üzerine dönemin Maarif vekili Hasan Ali Yücel’e hitaben “Yüksek vekaletin alçak vekiline” başlıklı dilekçe yazarak vekilin eline tutuşturdu. Tekrar tutuklanarak hapse girdi. Hapisten sonra SERDENGEÇTİ’yi çıkarmaya devam etti, fakat dergi haksız zulüm ve yöneticilerce toplatılıyordu.40 yıl boyunca 33 sayı çıkartabildi. Her sayı ayrı adreslerde basıldı. Her sayı sonrası hapse giriyordu ve dergi çıkmaz oluyordu ve paralarını da alamıyordu. Bütün neşriyat hayatında savcılarla ve Bab-ı Adi simsarlarıyla uğraşıyordu. Bütün bunlara rağmen o davasından, yolundan, ülküsünden vazgeçmedi. 1954 yılında Antalya’dan milletvekili oldu. Politikayı hiçbir zaman becerememiştir. Protokollerden her zaman uzak durmaya çalışmıştır. 1961 yılında Konya’dan aday oldu fakat faaliyet gösteremeden yıllar önceki bir yazısından dolayı hapse girdi.Millet aşkına atıldığı siyaset onu hep itmiş ve dışlamıştır. Osman Yüksel uzaktan akrabası olan bir ailenin kızı olan İsmet hanımla evlenmişti. Bu evlilikten bir oğlu olmuştu fakat,oğlu 2 yaşına gelmeden öldü. Bir daha da çocukları olmadı. Siyasetten çekildikten sonra Ankara,Antalya,Akseki ve İstanbul’da dolaşarak geçirir. SERDENGEÇTİ aniden hastalanır. Parkinson olmuştur. O aldırmaz, zaman zaman hastalığını da alaya alır. “Parkinson öyle hoş bir isim ki araba markasına benziyor. İnsanın keşke benimde bir parkinsonum olsun diyesi geliyor. Mao’da bu hastalık varmış yahu. Eh yinede büyük adam hastalığı. Ne de olsa serde fukaralık var, bu da proleter hastalığıymış, bize de böylesi yakışır. Siroz olup ta burjuva hastalığına tutulacak değildik ya” der. Bir hemşehri ziyaretinde gece su içmek için kalktığında düşer ve kalçasını kırar. Yatış o yatış bir daha yerinden kalkamaz. Önce Konya Üniversitesinde sonrada Hacettepe Üniversitesinde tedavi görür. Yurdun dört bir tarafından ziyaretçileri gelmektedir.Ve SERDENGEÇTİ son esprisini patlatır. Nerdeyse o gün ölmek bile yasaktır, ama o yine dinlemez ve ölüme kanatlanır Hakka kavuşur. Tarihler 10 Kasım 1983’ü gösteriyordur. O, dünyaya, kabına sığmayan insan şimdi Cebeci Asri mezarlığında mütevazı kabrinde yatmaktadır. Ruhu için Fatiha. RUHUN ŞAD, MAKAMIN CENNET OLSUN....

BULAMAZSIN.. ***** Osman Yüksel Serdengeçti



Bir kere inkâra düstün mü yavrum,
Kendini aşmaya yol bulamazsın.
Vehimler şüpheler bozar ruhunu,
Seni kaldıracak el bulamazsın...

Elbet dünya döner, biz de döneriz,
Bir müddet parıldar sonra söneriz.
Yükseklerden enginlere ineriz
Halinden anlayan dil bulamazsın.

Ömür akar gider yokluk gölüne
İnsanoğlu düsmüş serap çölüne
Hayat benzer bir gecelik geline
Kendin gibi akan sel bulamazsın

Ektiğin tohumlar bir türlü bitmez
Müşkülü yenmeye bir ömür yetmez
Kuş olsan uçsan da yine kâr etmez
Arasan konacak dal bulamazsın...

Osman Yüksel SERDENGEÇTİ

Ayasofya ***** Osman Yüksel Serdengeçti...

Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!
Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi,
Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!...
Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,
Ta maveradan gelen ezanlar?...
Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...

Ayasofya ses vermiyor,
Ayasofya bir hoş,
Ayasofya bomboş!...

Hani nerede?
Şu muhteşem minberde,
Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,
Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?...

Ayasofya! Ayasofya!...Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Hani nerede?
Gönüllerden kubbelere,
Kubbelerden gönüllere
Gürül gürül akan Kur'an sesleri?...
Kur'an sesleri dindirilmiş,
Müslümanlar sindirilmiş!...
Allâh c.c. Muhammed  s.a.v Hülafa-i raşidinin
İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!...

Fethin, Fatih'in mabedinden kitab-ı mübini,
Bu ulu dini kaldıran kim?
Dinimize, imanımıza saldıran kim?
Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,
Kimin elidir?!...
Söyle Ayasofya, söyle.
Seni puthane yapan hangi delidir?!...

Elleri kurusun, dilleri kurusun!
Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?
Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Ayasofya,
Ey muhteşem mabet;
Gel etme,
Bizi terketme!...
Bizler, Fatih'in torunları, yakında putları devirip,
Yine seni camiye çevireceğiz...

Dindaşlarımızla,
Kanlı göz yaşlarımızla,
Abdest alarak secdelere kapanacağız,
Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak
İkinci bir fetih olacak,
Ezanlar bu fethin ilanını,
Ozanlar destanını yazacaklar...

Putperest Roma'ya yeni bir mezar kazacaklar,
sessiz ve öksüz Minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek!
Şerefelerin yine Allâh'ın ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in aşkına,
şerefine ışıl ışıl yanacak;
bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!...

Bu olacak Ayasofya,
Bu muhakkak olacak...
İkinci bir fetih, yine bir ba'sü ba'delmevt...
Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,
Ayasofya, belki yarından da yakın!...

Osman Yüksel SERDENGEÇTİ


SULTAN FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ

“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

Allâh’ın azabı onlaradır.

Allâh işitendir, bilendir.

(Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453)







ATAMIZ FATİH SULTAN MEHMET HAN HZ. lerinin böylesine titizlik gösterdigi mekanı korumak ve tekrar ibadete açmak bizlerin görevidir.yine bir cuma günü selalar yükselip semalara,alınların Ayasofya'mın yerine değmesi duasıyla Selam ve dua ile....

18 Mart 2012 Pazar

Atatürk’ün okullarında din dersi var mıydı? / Can dündar

Yoktu diyebiliriz.
Daha doğrusu başta vardı, giderek azaltıldı ve sonunda kaldırıldı.
Cumhuriyet kurulup Öğretim Birliği Yasası çıkarıldıktan sonra 1924’te, ilkokullara (birinci sınıf hariç) haftada 2 saatKuran-ı Kerim ve Din Dersi” kondu.
Bu ders, 1929’da 3 ve 5’lerde haftada birer saate indirildi.
1930’da yalnızca 5. sınıf öğrencilerine, o da ebeveyni isterse, haftada yarım saat okutuluyordu. Sonra o da kaldırıldı.
1935-1948 arasında okullarda din eğitimi yapılmadı. (Bkz: S. Kalkanoğlu, “İsmet İnönü: Din ve Laiklik”, Tekin, 1991)
Dersin yeniden müfredata girişi, CHP’nin 1946 seçim yenilgisinden sonradır.
1950’de DP, din derslerini seçmeli olarak müfredata soktu; 12 Eylül de, 4. ve 5. sınıflarda, haftada 2 saat zorunlu hale getirdi.
* * *
Yani Cumhuriyet’i kuranlar, okulda din dersinden yana değildi.
Onların fikrini değiştiren öncelikli gerekçe, “oy kaygısı”dır.
Ancak okulda din eğitimi olmamasının, çocuğuna dinini öğretmek isteyen aileleri başka arayışlara ittiği, illegal Kuran kurslarını ateşlediği, dinin yanlış yorumlarını güçlendirdiği de bir gerçek...
“Sıfır din dersi” ile “zorunlu din dersi” uçları arasında bulunabilen sağlıklı çözüm, “seçmeli din dersi”ydi. O dersin de ibadet eğitimi gibi değil, “dinler hakkında eğitim” şeklinde verilmesi, mezhepler ve dinler üstü kalması, kucaklayıcı bir yaklaşımı benimsemesiydi.
Olmadı.
* * *
Şimdi Hükümet “4+4+4” formülüyle 28 Şubat’la hesaplaşıyor.
28 Şubat’çılar nasıl “ideolojik bir dayatma”yla zorunlu eğitimi 8 yıla çıkardıysa, AKP de “ideolojik bir teklif”i, aynen askerin yöntemiyle, toplumun hassasiyetlerini dikkate almadan, yangından mal kaçırır gibi getirerek 8 yılı parçalıyor.
Teklifin bam teli, yine zorunlu din dersleri, imam hatiplerin orta kısmı ve kızların eve, Kuran öğretiminin sınıfa dönmesi...
Dün Milli Eğitim Bakanı, CNN-Türk’te “Toplum neden bu konulardan kaygı duyuyor” diye sorup kendisi yanıtladı:
“Bu, ciddi bir güvensizlik meselesi...”
* * *
Aynen öyle!
Güvenmiyoruz.
Bakan’ın hepimizi ilgilendiren, bu kadar kritik bir konuda açıkça niyeti ortaya koyup savunmak yerine, “Müfredatı henüz bilmiyoruz”, “Talim Terbiye karar verecek” türünden muğlak cevaplar vermesi, kuşkuları perçinliyor.
Ama güvensizliğimizin asıl gerekçesi, teklifi getirenin, “dindar nesil yetiştirme”ye iman etmiş bir hükümet olması...
28 Şubat’ta soru, “Çocuğuna din eğitimi vermek isteyen aileler ne yapacak”tı.
Şimdiki soru, “Bu iktidardan din dersi almak istemeyen aileler ne yapacak?”
Ve bir soru daha:
“Uzlaşma anayasası” da böyle, kapılara vekillerden barikatlar kurdurularak, dayak zoruyla mı kabul ettirilecek?

M.ŞEVKET EYGİ'den müthiş bir yazı daha !!!

Yakın tarihimizde adalet, hukuk, millî irade, millî kültür, bilgelik, tarihî devamlılık ayaklar altına alınmış, büyük haksızlıklar, zulümler, zorbalıklar yapılmış; ülke, halk ve devlete karşı çok cinayetler işlenmiştir.
Yanlış ve kötü işlerin bir kısmı uyduruk mahkemelerin zalimane kararlarıyla yapılmıştır.
Stalin Rusyasında da sözde hukuk vardı, sözde adalet vardı, sözde mahkemeler vardı...
Bütün fenalıklar vesayet rejiminin,resmî ideolojinin gölgesinde sahneye konulmuştur.
Bizde, kalkınmak ve güçlenmek için yapılanlar Japonya'da yapılanların tersi ve zıddı olmuştur.
Japonlar tarihî devamlılıktan kopmamışlar, millî kimlik ve kültürlerine bağlı kalmışlar ve Batı dünyasına açılmalarından kırk sene sonra dev Çarlık Rusyasını yenecek bir güce ulaşmışlardır.
Son yüz yıl içinde bizde yapılan radikal değişikliklerin faydası değil, zararı olmuştur.
Ülkemizde köklü değişiklikler, derin inkılaplar yapan zihniyet, halkların da bireyler gibi kendilerine mahsus kan grupları olduğu gerçeğini hesaba katmamışlardır.
Japonya bütün imkansızlıklara, ülkesinin küçüklüğüne; demir, kömür ve petrolü bulunmamasına rağmen şu anda dünyanın üçüncü iktisadî gücüdür. Biz ise, Japonya'dan daha fazla imkana sahip olmamıza rağmen çok gerilerdeyiz.
Bizdeki Mason, Dönme, Kripto Yahudi, Kripto Hıristiyan inkılapçılar; ilim, üniversite, eğitim, teknik, temizlik ve şeffaflık, adelet, iç barış bakımından dünyanın ilk beş ülkesi içinde yer alması gerekirken Türkiyeyi çıkmaz yollara sokmuşlar, genel bir dağılma, çözülme, kokuşma oluşturmuşlardır.
Yazılı, edebî, medenî Türkçeyi yitirdiğimiz ve gayr-i milli eğitimimiz iflas ettiği için artık doğru dürüst düşünemez ve dertlerimize çare ve çözüm bulamaz hale gelmişizdir.
Bu safhada Türkiye için çıkış, kurtuluş, yükseliş imkanı var mıdır?
Vakit kaldıysa, hiç gecikmeden şu evsafta (vasıflara sahip) Türkiye hizmetkarları yetiştirilmelidir:
(1) Millî kültürü çok iyi seviyede bilecek.
(2) Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için çok iyi, çok vasıflı, çok güçlü, çok ahlaklı, çok faziletli Müslüman olacak.
(3) Teknokrat da olsa yazılı, edebî kültür Türkçesini yüksek seviyede bilecek.
(4) Dış dünyaya açılabilmesi için en az iki Batı dilini, kültür ve düşünce kitaplarını okuyup anlayacak seviyede bilecek.
(5) Para, mal, şehvet, lüks, konfor tutkunu olmayacak.
(6) Siyasete atılacaksa, bir ceketle işe başlarsa bir ceketle (bazen onu da kaybetmiş olarak) ayrılacak.
(7) Nefs dereceleri itibarıyla en aşağı nefs-i levvâme derecesinde olacak.
(8) Kendisinde münafıklığın hiçbir alameti bulunmayacak.
(9) Ondaki faziletleri (üstünlükleri) düşmanları ve karşıtları da kabul ve teslim edecek.
(10) Bu değerli kimseler, siyasî mânada değil, kültürel ve sosyal açıdan bütün kötülüklere muhalif olacak; kesinlikle yağcılık, yalakalık, dalkavukluk yapmayacak, kuyruk sallamayacak.
Bugünkü Türkiye'de böyle üstün vasıflı elemanlar yetiştirecek hiçbir eğitim kurumu yoktur.
Böyle kimseler yetiştirmek için özel, paralel, alternatif eğitim sistemleri kurulmalıdır.
Bu anlattıklarım öğretilemez, kazandırılamaz mı?
Hepsi de öğretilebilir, kazandırılabilir.
Yeter ki, ehliyetli ve liyakatli öğretmenler, üstadlar bulunsun.
Zeki ve kabiliyetli bir gence bir iki sene içinde mükemmel Türkçe/Osmanlıca öğretilebilir.
Mantık okutulabilir.
Hukuk genel kültürü verilebilir.
Bilgelik öğretilebilir.
Hukuk öğretilebilir.
Sanat, mimarlık, şehircilik kültürü verilebilir.
Bu dediklerimi rasgele hocalar öğretemez.
Bu anlattığım vasıflara sahip bir Türkiyeliyi yüksek sınıfa mensup bir İngiliz gördüğü vakit onun kültürüne, irfanına, nezaketine, görgüsüne, efendiliğine, aklına, centilmenliğine hayran kalmalı, aşağılık duygusuna kapılmalıdır.
Türkiye sıradan Müslümanlarla kurtulamaz.
Dıştan Müslüman görünecek ama bozuk, kötü, çarpık düzenin haram rantlarına, menfaatlerine, yağlı kemiklerine köpek gibi talip olacak... Böyleleriyle köy olmaz, kasaba olmaz.
Bize Ömer ibn Abdülaziz, Nureddin Zengi, Selahaddin Eyyubî, Şeyh Şâmil, Emîr Abdülkadir ahlakında adamlar lazımdır.
Şu Selahaddin Eyyubî ki, öldüğünde on ülkenin sultanıydı ve terekesinden cenaze masraflarına yetecek parası çıkmamıştı.
* (İkinci yazı)
İslam Mektepleri Açılmadan     Kurtuluş Olmaz!
Çoğunluğu oluşturan Müslümanlar, eğitim meselesini çözmedikçe, İslam okulları açıp genç nesilleri gerçek dindar olarak yetiştirmedikçe kendi vatanlarında köle ve ikinci sınıf vatandaş statüsünde esir ve zelil olarak yaşamaya devam edeceklerdir.
Müslümanlık cami binalarıyla, minarelerle, hoparlörlerle, şadırvanlarla, lüks ve israflı umre turizmiyle yücelmez. İşin başı İslamî eğitimdir.
İmam-Hatip okulları var ya...
Onlar yeterli değildir.
Mutlaka ve mutlaka İslam dinine uygun eğitim yapacak, vasıflı Müslüman yetiştirecek İslam mektepleri açılmalıdır.
Bu okulların (İngiltere kolejlerinin şapelleri gibi) camileri olacak ve öğrenciler namaz vakitlerinde öğretmenleriyle birlikte cemaatle namaz kılacaktır.
İslam mekteplerinde, bugünkü laik okullarda okutulan bütün dersler doğru dürüst okutulacak, onların yanında çok güçlü ve sağlam din kültürü verilecektir.
İslam mekteplerinde kız erkek karışık eğitim yapılmayacaktır.
İslam mektepleri dünyanın en parlak, en güçlü, en kaliteli, en beğenilen, en ciddî okulları olacaktır.
Böyle şey olur mu?
Niçin olmasın?.. Ülkemizde Lozan anlaşmasına uygun olarak faaliyet gösteren hayli Katolik özel okul bulunmaktadır. Mesela: İstanbul Karaköy'deki Sain Benoît okulu... Mesela: Pangaltı'daki Notre Dame de Sion (Hz. Meryem) Katolik kız lisesi.
Bu Katolik okullarında Müslüman çocuklar okuyor.
Müslümanların Saint Benoît, Notre Dame de Sion okullarına benzer İslam Mektepleri açmaları niçin çağdaşlığa ve laikliğe aykırı olacakmış.
Laik Fransa'da Katolik Kilisesi'nin hayli özel okulu var ve orada laik rejim devlet bütçesinden bu okullara yardım ediyor.
Türkiye Müslümanları, ülkenin 80 bin caminin kubbelerini altınla yaldızlatsalar, minarelerden 150 bin desibel ezan okutsalar, her yıl bir milyon kişi umreye gitse, şadırvanlardan sıcak menba suyu akıtsalar; yukarıda anlattığım İslam Mektepleri kurulmadıkça kurtulamazlar.
Böyle mektepler lafla açılmaz.
Bunları açıp, vasıflı Müslümanlar yetiştirebilmek için öncelikle şunlar lazımdır:
1. Şehir ve medeniyet kültürü. Böyle işler bedevîlerin becereceği hizmetler değildir.
2. Yüksek seviyede İslamî şuur.
3. Çok kaliteli idareciler ve öğretmenler.
4. Halis niyet ve aksiyon.
İslam mektepleri öyle uyduruk çirkin binalarda hizmet veremez.
Bu işler sıradan öğretmenlerle de olmaz.
İslam mektepleri cemaat ve tarikat asabiyeti ile yürümez.
Bu okullarda temel ve esas Ehl-i Sünnet olacaktır ama bu dairenin içindeki bütün olumlu çeşitliliklere kucak açılacaktır.
Vasıflı olmak şartıyla müdür Mevlevî olabilir. Müdür yardımcılarının biri Kadirî, biri Nakşî, biri Risale-i Nur talebesi...
Öğle ezanı okundu... Başta müdür beyefendi, muavinleri, öğretmenler olmak üzere bütün okul, okulun camiinde, mihraptaki sarıklı cüppeli imamın ardında cemaatle namaz kılacaktır.
Cemaat fanatizmi, militanlığı, holiganlığı bir tür (mecazî mânada) ırkçılıktır. İslam Mekteplerine ırkçılık giremez.
İslam mektepleri öyle güçlü, öyle vasıflı, öyle parlak, öyle başarılı okullar olacaktır ki, gayr-i müslimler, ecnebiler bile çocuklarını orada okutmak için sıraya gireceklerdir. Müslüman olmayan öğrencilere dinî zorlama yapılmayacaktır.
Türkiye Müslümanları acaba benim şu İslam mektepleri projeme ne diyeceklerdir?
Kaç kişinin bundan haberi olacaktır?

MEHMET ŞEVKET EYGİ

Muhterem kardeşim...
Sizi uyarmama izin veriniz...
Din, iman, Şeriat, ahlak elden gitmiş ve biz boş faniliklerle, lükslerle, israflarla, gafletlerle, keyif çatmakla vaktimizi ve ömrümüzü heba ve ziyan ediyoruz.
İslam nizamı olsa bile israf haram iken, bozuk bir düzen ve sistemde israflı ve lüks bir hayat sürmek korkunç bir cinnettir, kat kat katmerli bir deliliktir, beyinsizliktir.
Allahtan hakkıyla korkan, Peygamberi  (Salat ve selam olsun ona) hakkıyla seven ve onun yolundan giden, Kur'an'ı rehber ve imam edinen akıllı ve ferasetli bir Müslüman şu fitne ve fesat devrinde israf ve lüks azgınlığına kapılmaz.
Ne kadar çok gülüyoruz... Kendi halimize, Müslümanların haline, insanlığın haline ağlayıp durmamız gerekmez mi?
Âhir zaman alameti olarak müzeyyen camiler inşa ediliyor ama içlerinde cemaat yok.
Sen yoksa Cuma kalabalıklarını cemaat mi sanıyorsun?
Müslüman bir toplumun hali camilerdeki sabah namazı cemaatinden anlaşılır.
Sabahları camilere git ve şu Ümmetin ne hallere düştüğünü anla.
Çoğumuzun cehalet mazereti yoktur.
Okullara git ve çocuklarımıza, gençlere, yeni nesillere neler okutulduğunu ve öğretildiğini dehşetle gör
Resmî din dersleri mi?.. O dersin kitaplarını al ve  onların nasıl bir aldatmaca olduğunu gör, anla.
Cuma ezanı okununca camiye biraz geç git ve sokaklara, caddelere, toplu taşıma araçlarına, lokantalara, dükkânlara, kahvelere bak... Karınca yuvası gibi insan kaynadığını göreceksin.
Evet din, iman, Şeriat elden gitmiş ve biz bu felaket içinde lüksle, israfla, gafletle ömür tüketiyoruz.
İmkânı olan nicemiz vur patlasın çal oynasın.
Oh kekah!...
Hâlbuki şimdi ağlamak zamanıdır.
Şimdi gayrete gelmek zamanıdır.
Şimdi titremek ve aslımıza dönmek zamanıdır.
Böyle bir devirde gaflet, keyif, zevk u sefa, israf ve lüks manevî bir ölümdür.
(İkinci yazı)
Osmanlı İslam Anlayışı ve Uygulaması
Osmanlı devleti zamanındaki İslamî anlayış, uygulama, dinî ve dünyevî konulardaki fetvalar mı doğrudur; yoksa laik cumhuriyet devrindekiler mi?
Zerre kadar şüphe ve tereddüde mahal yoktur ki, Osmanlı devrinin:
1. İslam anlayışı.
2. İslam'ın hayata uygulanışı.
3. O zamanda verilmiş fetvalar doğrudur, isabetlidir.
Soru: Cumhuriyet devrindeki fetvaların hepsi yanlış mıdır?
Cevap: Hepsi yanlış değildir. Osmanlının İslam anlayışına, uygulamasına, fetvalarına uygun olanlar doğrudur, aykırı olanlar yanlıştır.
Soru: Osmanlılar zamanında dinî konularda yanlışlık yapılmış mıdır?
Cevap: Esasa, temele, usûle ait hiçbir konuda yanlışlık yapılmamıştır.
Osmanlı devleti, Tanzimat'a kadar bir din devletiydi. Tanzimat'tan sonra da 1922'de batıncaya kadar İslam'a ve Şeriata bağlı kalmıştır.
Osmanlının İslamî özellikleri nelerdi:
1. Ehl-i Sünnet ve Cemaate bağlıydı.
2. Şeriat esastı.
3. Şeriata bağlı ve uygun olmak şartıyla tasavvuf ve tarikat vardı.
4. Beş vakit namaz uygulamasına çok dikkat ediliyordu. Vak'anüvis Lütfi tarihinde, Sultan İkinci Mahmud Han'ın bütün valilere irade göndererek, Müslümanların beş vakit namazı camilerde cemaatle kılmalarını emr ettiği yazılmaktadır. Bütün okullarda ve kışlalarda beş vakit namaz cemaatle kılınırdı. Halkın yüzde 95'i musalli idi.
5. Bütün İslam kadınları tesettürlü idi. Bir tek Müslüman kadın bile açık gezemezdi. Hacı Zihn-i Efendi merhum Nimet-i İslam adlı kitabının münakehat kısmında "Ben gençliğimde gayr-i Müslim Osmanlı hanımlarının da tesettürlü olduğu zamana yetiştim" diye yazmaktadır.
6. Osmanlılar Avrupa kanunlarına benzer kanunlar yapmışlardır ama bunlarda Şeriata aykırı hükümler olmamıştır.
7. Bütün Osmanlı mekteplerinde mecburî din dersleri vardı ve bunlarda İslam aslına uygun şekilde öğretilirdi.
8. Osmanlı ordusunun alaylarında müftüler, taburlarında imamlar vardı.  Savaş gemilerinde de sarıklı ulema vazife görürdü.
Osmanlı Hilafetinin bir İslam devleti olmadığına dair Vehhabîlerin iddiaları asıldan ve esastan mahrum hezeyanlardır.
Cumhuriyetin ilan edildiği 1923 yılında İstanbul Dolmabahçe sarayında, Büyük Millet Meclisi tarafından seçilmiş bir Halife-i Müslimîn vardı, Kabinede Şer'iye vekili bulunuyordu. Hafta tatili cumaydı.  Mahkemelerde Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'ye göre hüküm veriliyordu. Lakin kısa bir zaman sonra İslam'a cephe alındı ve Sünnî çoğunluğun temel hak ve hürriyetleri ihlal edildi. Günümüzde, birtakım Kemalist ve reformcu ilahiyatçılar Ehl-i Sünnet Müslümanlığına uymayan saçma sapan ictihadlar yapmakta,  bozuk fetvalar vermektedir. Bunların hepsi de Osmanlı İslam anlayışına ve uygulamasına zıttır.
Ehl-i Sünnet mensubu kardeşlerime isimlerini sayacağım ve onlar gibi olan Sünnî ulemaya tâbi olmalarını, onların görüş ve fetvalarını kabul etmelerini âcizane ve naçizane tavsiye ederim:
1. Son Şeyhülislamlardan Tokatlı Mustafa Sabri Efendi hazretleri.
2. Ders Vekili (Şeyhülislam yardımcısı) Düzceli Zahid el-Kevserî.
3. Arap Osmanlı ulemasından Yusuf İsmail en-Nebhanî hazretleri.
4. Mekke-i mükerreme Şafiî reisüluleması Zeyni Dahlan hazretleri.
5. Sultan Abdülhamid hazretlerinin şeyhlerinden Halepli Ebu'l-Huda es-Sayyadî er-Rufaî hazretleri.
6. Hacı Zihni Efendi hazretleri.
7. İcazetli dersiam hâtemülfukaha Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri.
8.  Bulgaristanlı Ezherî Ahmed Davudoğlu hazretleri.
Ve onlar gibi geçerli icazetlere sahip diğer, ulema, fukaha ve meşayih.
Görüşleri, fikirleri,  İslam'ı anlayışları, fetvaları bu muhterem zevata aykırı ve ters düşen zamanın naylon müctehidlerine ve müftülerinin asla kulak asılmamalıdır.
Dinimiz, Kur'anımız, Peygamberimizin Sünneti re'y ve heva ile yorumlanamaz, açıklanamaz.
İslam'ın birinci kaynağı Allahın kitabı Kur'andır.
İkinci kaynak Sünnettir.  Kur'an Sünnet ile açıklanır ve tefsir edilir.
Üçüncü kaynak icmâ-i ümmettir. Bir konuda icmâ varsa, o icmaya aykırı görüşler, ictihadlar, fetvalar yanlıştır.
Farmason taqiyyeci  Afganî'nin metodu Osmanlı Sünnî İslam anlayışına uymaz.
Hülefa-i Râşidîn devrinden sonra Kur'ana ve Sünnete en uygun, en fazla yaklaşmış İslamî uygulama Osmanlı uygulamasıdır.
Osmanlı uygulaması Emevî, Abbasî, Fatimî, Büveyhî ve daha nice uygulamadan daha üstündür.
Osmanlının hataları olmuş mudur? Olmuştur ama yukarıda beyan ettiğim üzere esasta, temelde, usûlde olmamıştır.
Netice ve özet: Cumhuriyet devrindeki fetvaların, icraatın, anlayışın Osmanlıya uygun olanlarını kabul ederiz, olmayanlarını reddederiz.
Ehl-i Sünnet dairesinde olan ilahiyatçılara hürmet ederiz, ellerlinden öperiz.
Ehl-i Sünnet müftülere saygı gösteririz.
Reformcu, yenilikçi, laikçi, Kemalist, değişimci,  Fazlurranhmancı, ligt/ılımlı İslamcı, BOP'çu, Afganîci, Abduhçu, Reşid Rızacı ilahiyatçılardan uzak dururuz.
Osmanlı padişahları ve halifeleri içinden bir tek dinsiz çıkmamıştır. Sultan Beşinci Murad Mason olmuştu,  tahta çıktıktan kısa bir müddet sonra delirdi, hal' edildi, yerine diyanetperver, hâdim-i Şeriat-ı Garra-i Ahmediyye Sultan Abdülhamid-i Sanî hazretleri geçti.
Müslümanların Halifesi, Osmanlıların hakanı olan o muhterem zat Galatasaray Mekteb-i Sultanîsinde bile bütün Müslüman öğrencilere beş vakit namazı cemaatle kıldırtmıştır... Kadınları İslamî tesettüre sokmuştur...

7 Mart 2012 Çarşamba

Fatih Kürsüsü’nden

<>

Birinci zümreyi teşkil eden zavalli avam,
Biraksalar devam edecek tatli uykusuna devam.
Bugün nasibini yerleştirince kursagina;
'Yarin' nedir? Onu bilmez, yatar dönüp sagina.
Yikilsa arş-i hükümet, tikilsa kabre vatan,
Vazifesi degil; çünkü 'hepsi Allah'tan!'
Ne hükmü var ki, esasen yalanci dünyanin?
Ölürse, yan gelip yatacak cennetinde Mevla'nin.
Fena kuruntu degil! Ben derim, sorulsa bana:
'Kabul ederse cehennem ne mutlu, amca, sana!'

Ikinci zümreyi teşkil eden cemaat ise,
Hayata küskün olandir ki: saplanip ye'se,
'Selametin yolu yoktur... Ne yapsalar boşuna!'
Demiş de hirkayi çekmiş bütün bütün başina.
Bu türlü bir hareket mahz-i küfr olur, zira:
Talepte amir olurken bir ayetinde Huda;
Buyurdu: 'Kesmeyiniz ruh-u rahmetimden ümid;
Ki müşrikin olur ancak o nefhadan nevmid.'
Bu bir; ikincisi: ye'sin ne olsa esbabi,
Onun atalet-i külliyedir ki icabi,
Teressübâtini etmiştik önceden tahlil.

Üçüncü zümreyi kimlerdir eyleyen teşkil?
Evet, şebâb-I münevver denen şu nesl-i sefih.
- Fakat nezihini borcumdur eylemek tenzih-
Bu züppeler acaba hangi cinsin efradi?
Kadin desen, geliyor arkasindan erkek adi;
Hayir, kadin degil; erkek desen, nedir o kilik?
Demet demetken o saçlar ne muhtasar o biyik?
Sadasi baykuşa benzer, hirami saksagana;
Hülasa, züppe demiştim ya, artik anlasana!...
Fakat bu kukla herif bir büyük seciyye taşir,
Ki, haddim olmiyarak, 'Aferin!' desem yaraşir.
Nedir mi? Anlatayim: öyle bir metaneti var,
Ki en savilmiyacak ye'si tek birayla savar.
Sinirlerinde teessür denen fenalik yok,
Tabiatinda utanmakla aşinalik yok.
Bilirsiniz, hani, insanda bir damar varmiş,
Ki yüzsüz olmak için mutlaka o çatlarmiş,
Nasilsa 'Rabbim utandirmasin!' duasi alan,
Bu arsizin o damar zaten eksik alnindan!
Cebinde gördü mü üç tane çil kuruş nazlim,
Tokatliyan'da satar mutlaka, gider de çalim.
Eger dolandirabilmişse istenen parayi;
Görür mahalleli ta karnavaldan maskarayi!
Beyoglu'nun o mülevves muhit-i fahişine
Dalar gider, takilip bir sefilin peşine.
'Haya, edeb gibi sözler rüsum-u fasidedir;
Vatanla aile, hatta, kuyud-u zaidedir.'
Diyor da hepsine birden kuduzca saldiriyor...
'Ayip degil mi?' demişsin... Acep kim aldiriyor!
Namaz, oruç gibi şeylerle yok aliş verişi;
Mukaddesat ile eglenmek en birinci işi.
Duyarsaniz 'kara kuvvet' bilin ki: imandir.
'Kitab-i köhne' de -haşa- Kitab'i Yezdan'dir.
Üşenmeden ona Kur'ani anlatirsan eger,
Şu ezberindeki esmayi muttasil geveler:
'Kurun-u maziyeden kalma cansiz evradi
Çekerse, dogru mu yirminci asrin evladi?'
Nedir alakasi yirminci asr-i irfanla
Bu şaklaban herifin? Anlamam ayip degil a!
Meta'-i fazli mi varmiş elinde gösterecek?
Nedir meziyeti, görsek de bari ögrensek.
Hayir! Mehasin-i Garb'in birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, şiaridir hepsi!
Bütün kebaire tiryaki bir kopuk tanirim.
-Ne oldu bilmiyorum şimdi, sag degil sanirim-
Kumar, senaatin akşami, irtikap, içki...
Hulasa defter-i a'mali öyle kapkara ki:
Yaninda leyl-i cehennem, sabah-i cennettir!
'Utanmiyor musun. Ettiklerin rezalettir!'
Denirse kendine, milletlerin ekabirini
Sayardi göstererek hepsinin kebairini:
'Filan içerdi... Filan fuhşa münhemikti...' diye
Mülevvesatini bir bir rical-i maziye
Izafe etmeye başlardi paye vermek için.
'Peki! Fezaili yok muydu söylediklerinin?'
Diyen çikarsa 'müverrihlik etmedim!' derdi.
Şu züppeler de, bugün ayni ruhu gösterdi.
Fransiz'in nesi var? Fuhşu, bir de ilhadi;
Kapişti bunlari 'yirminci asrin evladi!'
Ya Alman'in nesi var zevki okşayan? Birasi;
Unuttu ayrani, ma'tuda döndü kahrolasi!
Heriflerin, hani dünya kadar bedayii var:
Ulumu var, edebiyyati var, sanayii var.
Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i ma'rifete.
Kucak kucak taşiyor olmadik mesaviyi;
Begenmesek 'medeniyyet!' diyor; inandik iyi!
'Ne var, biraz da maarif getirmiş olsa...' desek
Emin olun size 'hammallik etmedim?' diyecek.

4 Mart 2012 Pazar

.: ÖNERİ KİTAP : KİTAP OKU İNGİLİZ SİYONİZM MASON PRO...

.: ÖNERİ KİTAP : KİTAP OKU İNGİLİZ SİYONİZM MASON PRO...: 1: KİTAP : PARADİGMANIN İFLASI Emperyalist (İngiliz Amerika Siyonizm Yahdi İsrail Mason ) Merkezli Sömürgeci Batı Doç. Dr. Fikret Baş...

Atatürk Masonluğa girdi mi?

Atatürk’ün Mason olup olmadığı meselesi uzun yıllardır birçok tartışmaya vesile olmuştur. Bu konuyla ilgili çeşitli kaynaklar farklı iddialar öne sürüyor
Geçen hafta On Soruda Türkiye’de Masonluk Tarihi’ni yazmaya girişmiş, ne var ki, son sorumuz olan ‘Atatürk Mason muydu?’yu sorduğumuz halde yerimizin müsaadesizliği yüzünden cevabını bu haftaya bırakmıştık.
Önce Mason localarının kapatılması meselesini ele alalım. Mason locaları kapatıldı mı yoksa kapandı mı? Anti-Mason cepheye göre kapatıldı, Masonlara göre ise uyumaya bırakıldı.
Elimizde birkaç rivayet var. Eski Van milletvekili İbrahim Arvas’a göre Atatürk’ün hayatta sevmediği iki zümre vardı: Dönmeler (Sabetaycılar) ve Masonlar. CHP Grubu’na talimat göndererek Masonluğun yasaklanmasını isteyen Atatürk, onu kökü dışarıda olduğu için kapattırmıştır bu rivayete göre. Hatta locaları kapatılmasın diye Masonlar tarafından kendisine Meşrık-ı Azamlık teklif edince küplere binip ‘Cehennem olun gidin Yahudi uşakları. Benim milletim bana kahraman sıfatını verdi; sizin gibi bir cıfıt Yahudiye uşak mı olacağım?’ demiştir.
Atatürk sahiden de Arvas’ın dediği gibi Masonları kovdu mu? Bilmiyoruz. Ancak diğer rivayetlere bakılınca bu tehditvari sözün hatırat sahibi tarafından eklendiği veya en azından abartıldığı belli oluyor.
İkinci rivayet, kendisi ileri dereceden bir Mason olan Atatürk’ün doktoru Mim Kemal Öke’ye ait. Öke bir seferinde Atatürk’e Masonların başına geçmesini teklif etmiş. Ancak Atatürk mealen, Masonluğa girmeyeceğini çünkü prensiplerini başkalarının koyduğu hiçbir işe girmediğini söylemiştir.
Lakin bu konuşmada ilginç bir nokta var. Öke’nin, Masonluğun ideallerini soran Atatürk’e verdiği cevap, onların Cumhuriyetinkilerle birebir örtüştüğü şeklindedir. Bunun üzerine yanlarında bulunan bir zat, ‘Madem aynı ideallere sahibiz, öyleyse neden Masonluk diye ayrı bir cemiyet var?’ sorusunu sorar haklı olarak. İşte locaların gerçek kapanma sebebini bu kritik sorunun içeriğinde aramak gerekiyor.
HALKEVLERİ VARKEN…
Çünkü Mason Üstad-ı Azamı Celil Layiktez’in bir ifadesi var ki, Mason cephesinin ‘uyuma’ eylemini nasıl yorumladığını pek güzel sergiler. Masonlara göre, CHP ve Halkevleri zaten Masonik idealleri benimsemişlerdi. Dolayısıyla kendilerine ihtiyaç kalmamıştı. Artık gönül rahatlığıyla uykuya dalabilirlerdi.
Toparlarsak, kapanma olayının şu sırayla gerçekleştiği anlaşılıyor:
Mason localarından duyulan rahatsızlığın Atatürk’ün yönlendirmesiyle Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’a duyurulması; Bozkurt’un CHP Grubu’nda Masonluğu eleştirmesi; mesajı alan yüksek dereceli Masonlardan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın harekete geçerek 33. dereceden Masonları toplantıya çağırması ve kendileri kapatmazsa locaları devletin kapatacağını bildirmesi; nihayet 8 Mason üstadın tüm locaları kapatması ve bütün mallarını Halkevleri’ne bağışlaması.
Ancak yakalanması gereken ince bir nokta yatıyor burada. TC 1935’te, Cumhuriyet öncesine ait sivil kalıntıları ortadan kaldırmak için kolları sıvamış, bütün yolların partiye çıkacağı ve faaliyetlerin onun şemsiyesi altına alınacağı bir sürecin düğmesine basmıştır. CHP bayrağındaki 6 okun sembolize ettiği prensipler zaten olmuş ve olması muhtemel her türlü fikri temsil etmiyor muydu? O halde başka kurumlara ve derneklere ne gerek vardı?
Ancak devlet, bu hükümet dışı kuruluş ve dernekleri kapatmıyor, kendilerini feshetmelerini istiyordu. İşte Türk Ocakları ve Kadınlar Birliği bu yöntemle kendilerini feshetmişti. Şimdi sıra Mason localarına gelmiş, önden haber uçurularak kapılarına kilit vurmaları istenmişti. Onlar da uyumayı tercih etmişlerdi. Velhasıl devlet-parti bütünleşmesi dediğimiz olayın başladığı yıldır 1935.
Şimdi asıl sorumuzun cevabına gelebiliriz.
Her ne kadar 5 Nisan 1998 tarihli New York Times’ta yayınlanan Masonlar listesinde Atatürk’e yer verilmişse de, bugüne kadar ikna edici ‘resmi’ bir bilgi ve belgeye ulaşılamamıştır. Kaldı ki, Atatürk’ün, kendisine defalarca yapılan Mason localarının başına geçme (Meşrık-ı Azam olma) tekliflerini geri çevirdiğini de biliyoruz.
Ancak Orhan Koloğlu’nun, Atatürk’ün Masonluğa girdiğini kanıtlayacak hiçbir belge veya tanıklık olmadığı tezi tartışmalıdır. Bazılarının zannettiği gibi, Atatürk’ün Masonluğa özel olarak alerjisi yoktu. Nitekim daha çok gençken Masonluğa girdiğini bir tanıktan öğrenebiliyoruz.
MASONLAR BENİ SIKTI
Atatürk’ün Uşağı İdim adlı hatıratında Cemal Granda’ya göre Atatürk, bir İzmir gezisinde söz Masonluktan açılınca herkesi şaşkına çeviren bir hatırasını anlatmıştır. Aktarıyorum:
‘Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…’
Anlaşılan, Atatürk gençliğinde merak sonucu veya arkadaşlarının etkisiyle Masonluğa girmiş ve yemin etmiştir. Ancak yine aynı metinden, sonraki yıllarda Masonluğa olan ilgisini kaybettiğini öğreniyoruz. Nitekim Zeynel Besim Sun adlı Masonun Dün ve Bugün dergisinde (Sayı: 10) yayınlanan hatırasında Atatürk’ün Masonluk etrafında koparılan tartışmalar üzerine ‘Kapatalım da kurtulalım’ dediğini okuyoruz. Atatürk Mason olsaydı bunu kesinlikle diyemez ve locaları kapattırmazdı.
Sonuç: Masonluğun yasaklanması Atatürk’ün Masonluğa özel bir husumeti olduğunu göstermediği gibi, gençliğinde bir vesileyle Masonluğa girmiş olması da onun Mason olduğunu göstermez.
Asker, başbakan, kuramcı…
MasonluĞun yasaklanmasında en aktif rolü oynayanlardan CHP Genel Sekreteri Recep Peker (1888-1950), Cumhuriyet’in yerleşmesi için yer yer Atatürk’ten bile daha tavizsiz ve katı davranmasıyla meşhurdur. Bu sert ‘asker’ tavrını (ki kendisi asker kökenlidir), üniversitelerde verdiği ‘İnkılap Dersleri’nde teorileştirilmiştir de. 1935 ortalarında CHP Genel Sekreterliği’ni devleti de yutacak hale getirmek için ciddi arayışlara girmiş bulunan Peker, Türk Ocakları ve Kadınlar Birliği gibi kökeni Meşrutiyet yıllarına dayanan sivil oluşumları kapatıp parti bünyesine almak için uğraş vermiştir. Mason olmak için başvurduğu, fakat kabul edilmediği için locaları kapatmaya kalktığı iddiası, bir Mason propagandası olmalıdır. Peker’in asıl derdi, dönemin faşist yönetim modelini Türkiye’ye taşımak ve devletin kadir-i mutlaklığını toplumun her noktasına nüfuz ettirmekti.
Kaderin cilvesi: 13 ay süren başbakanlığı (1946-1947) çok partili dönemin ilk hükümeti olmuştur.

Mustafa Armağan / Atatürk, bir paşayı Meclis'in elinden nasıl kurtardı?

Uludere'de ne oldu? Bilinçli bir katliam mı yoksa bir hata mı? Eldeki 4 saatlik video kaydının inceleneceği ifade edilmekle birlikte yetki karmaşası nedeniyle 35 köylünün ölümüyle sonuçlanan bu bombalama olayının üzerinin kapatılacağı şimdiden belli oldu gibi.

Acele hüküm vermeyelim elbette ama ne yapalım ki, yakın tarihimizin aynası bize bu işlerin 'hep böyle' olduğunu göstermekte.
1921 yılının Nisan ve Haziran ayları arasında Dersim dağlarının kuzey sınırlarında meydana gelen Koçgiri ayaklanmasını şiddetle bastıran Sakallı Nureddin Paşa'nın yaptıklarının nasıl yanına kâr kaldığı bizzat Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarından rahatlıkla izlenebilir.
Hem Nureddin Paşa, hem de emrindeki Topal Osman'ın Samsun ve Koçgiri'deki acımasız ve kanunsuz eylemleri zamanında Meclis'te kıyasıya eleştirilmiş ama başta Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve devlet, onlara dokunulmasına engel olmuş, kendilerinden hesap sorulamamış ve bir milletvekilinin deyişiyle, Ermenilere, hatta 'Afrika'daki barbarlara' bile layık görülmeyecek zulümler cezasız kalmıştır.
Şimdi Sakallı Nureddin Paşa'nın düzenli kuvvetleri ile Giresunlu Topal Osman'ın gönüllülerinin işlediği zulümlerin Meclis'te nasıl tartışıldığına kulak verelim. Bunun için TBMM gizli oturum zabıtlarının sayfalarına eğilmemiz yeterli olacaktır.
3 Ekim 1921 günkü 85. toplantıda söz alan Erzincan Milletvekili Emin Bey, Koçgiri olaylarını bizzat takip ettiğini söyledikten sonra "Orada öyle bir mezalim (zulüm) icra edilmiştir ki, tüyleri ürpertir." der. Emin Bey'e göre asıl facia, bu zulümlerin Meclis adına ve onun verdiği yetkilere dayanılarak yapılmış olmasıdır.
Konuşmacılara göre Nureddin Paşa ve adamları, Meclis'in isyanı bastırmak için ordu komutanlıklarına verdiği yetkiyi kötüye kullanmışlardır. Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey şöyle der: "Memleketimizde yapılan mezalimi herkes duymalıdır. Çünkü efendiler, memlekette yapılan bütün felaket, bütün mezalim, bütün seyyiat (kötülükler) bunların milletten saklanmasından doğmaktadır." (Sanki son cümleyi günümüz için söylemiştir.)
Koçgiri'de devlet adına işlenen zulümlerin açıklanmasını neredeyse söz alan bütün milletvekilleri istemektedir. İçişleri Bakanı Refet (Bele) Paşa, "Hepimiz suçluyuz." der bu yetkiyi ordu komutanlarına tanımakla, "Gelin hep birden itiraf edelim." diyerek günah çıkartır. Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ise üstü örtülmeye çalışılsa da zulmün Avrupa kamuoyu tarafından bilindiği ve aleyhimize kullanıldığı kanaatindedir. Şunları ekler: "Bir adam görevini kötüye kullanmış, cezasını görsün."
Erzincan Mebusu Fevzi Efendi ise daha da ileri gider ve Koçgiri'de halka yapılan mezalimin ancak Cengiz Han'ın ordusu veya Ermeniler tarafından işlenebileceğini dile getirir. Yakılan evler, ırzlarına saldırılan kadınlar, öldürülen çocuklar ve siviller. Söz alanlar dur durak bilmeden Nureddin Paşa'nın gaddarlığından söz eder. Bir imha hareketine girişildiğinden söz edenler bile çıkar. Emin Bey iyiden iyiye açılır ve şunları söyler:
"Efendiler, dünyanın hangi yerinde böyle bir harekât görülmüştür ki, babasını bir evladın eline bir ip, diğer evladın eline bir ip alarak çektirerek tam altı saat zarfında bu suretle feci bir şekilde öldürülmüştür?" (Bunu yapanların da Topal Osman'ın adamları olduğunu açıklar.)