29 Haziran 2012 Cuma

Rabıta nedir?.

Ubeydullah Ahrâr hazretleri, “Sadıklarlaberaber olunuz” meâlindeki âyeti şöyle tefsir ederdi:

“Burada beraber olmanın iki anlamı vardır: Maddî ve mânevî beraberlik. Maddî beraberlik, Allah’ın sadık kulları ile oturup kalkmaktır. Onların sohbetlerinde bizzat bulunmaktır. Bir kişi, onların sohbetlerine devam eder, onlarla birlikte olursa, sadık kulların üzerinde bulunan nurlardan nasiplenir. Onların huyu gibi kendi huyu dagüzel olur.

Mânevî beraberliğe gelince bu, kalbi Allah dostu olan sadık kulların sevgisiyle doldurmaktır. Bu durumda, onlarlazâhirî bir beraberlik olmaz, amagönül birlikteliği olur. Arada mânevî bir bağ kurulur. Bu irtibat kuvvetli olursa, o büyük velîlerin mânevî sırları, bu irtibatı kurabilen kişilerde de görülür. İşte bunabizim yolumuzdarabıta denir.

Bu yüzden tasavvuf yolunagiren kişiler, biat ettikleri kâmil mürşide hem zâhirî hem de bâtınî anlamdabağlanmalıdır. Mürşid-i kâmil olan velîler, Allah’ın sadık kullarındandır. Onların yolunda bir eğrilik ve sapma olmaz. Onlar sözleri ve yaptıkları ile dosdoğru yolun rehber velîleridir. Yüce Allah, insanahem tesir etme hem de tesir altında kalma yeteneği vermiştir. Bu ise sohbet ile elde edilir. Rabıta da bir nevi sohbettir. Çünkü maddî uzaklık, mânevî yakınlığa engel değildir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) vefatına yakın, Mescid-i Nebî çevresinde yer alan evlerin kapılarından, Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in (r.a) evinin kapısından başka bütün kapıların mescide kapanmasını istedi. Sahâbe-i kirâm, bunu neden yaptığını sorunca da, “Bunu kendiliğimden yapmadım” buyurdu.

Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in (r.a), Peygamber Efendimiz’e sevgisi bambaşkaydı. Bizim yolumuzun esası Hz. Ebû Bekir Efendimiz’in (r.a) yolunda yürümektir. Sevgi yolundan başkainsanı vuslata erdirecek yol yoktur. Rabıta bu sevgiyi elde etmektir. Sâdât-ı kirâmın yolu olan Nakşibendîlik de bu sevgi üzerine kurulmuştur.

28 Haziran 2012 Perşembe

LAİK GEÇİNEN YOBAZLAR !!!!!!!

Sözde çağdaş topluluğu yine döküldü meydanlara , ha bu sefer kurultay falan yok ortada ; tümü kurban bayramını katliam ve cinayet olduğunu söyleyip bedenlerini bozmamak gerekçesiyle karnındaki mini yavruyu kürtaj yaptıranlar..
N'oldu kurban ibadeti katliam da kürtaj katliam canilik değilmi sözde çağdaşlar !! 
O cenini rahime düşüren yüce yaratıcı  değillmi kula o bedeni veren !?
ALLAH (cc) BİZ ACİZ KULLARI YOLUNDAN AYIRMASIN 
selam ve dua ile...
                                                          
                                                    A.vildan Osmanlı



TARİKAT NİÇİN GEREKLİDİR ???

Bir ağaç elma verebildiği gibi armuta verebiliyor narda veriyor ve hakeza.. Ama kökü birdir hepsi ağacın ürünü . İşde ölede Tarikat ve cemaatler meyve gibidir. Kökü bir olan yerin ürünüdür. Ve herbirinin ayrı bir lezzeti vardır. Herbirinden Allaha gidilebilen yollar vardır.. Elmaya sorsan sen kimin ürünüsün desen ineğin demez dimi ağacın der yine armuta sorsan öle der. Demekki onlar köklerini inkar etmiyorlar.

Peki yine o meyvelere sorsan sen neye hizmet ediyorsun desen .Sana derki bu kainatın meyvesi olan insana hizmet etmek .

Meyveye desen senin gayen nedir ? Lisanı haliyle halıkımı tanıttırmak ve ona şükretmek der. Bir elmaya bakınız rengi ile şekliyle tadıyla duruşuyla herşeyi ile bir intizamı var..Her biride aynı cevap verecekdir.

İşde ölede tarikat ve cemaatler. İnsana hizmet ediyorlar ve onlara halıkını tanıttırıyorlar.

Hulasa ehli sünnet vel cemaat tarikat ve cemaatlerin varlığı ayrılık değil kuvvettir zenginlikdir..

Tasavvuf Nasıl Bir Yoldur?

  • Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkı senden üstün olanın tasavvufu da senden üstündür.                                                                
  • Tasavvuf hallerin temizliğidir. Halleri temiz olan ve her şeyin temizini tercih eden sûfidir. Tasavvuf hallerin, işlerin ve huyların en iyisini alıp uygulamaktır                                                                                      
  • TASAVVUF, İHTİRASI BIRAKIP HAKK’IN (CC) VERDİĞİNE ŞÜKRETMEK, KENDİ İSTEKLERİNİ BIRAKIP HAKK’IN (CC) İSTEKLERİNE (TAKDİRİNE) RAZI OLMAKTIR. TASAVVUF, TEMBELLİĞİ BIRAKIP ÇALIŞMAYA DEVAM ETMEKTİR. HAYALLERİ BIRAKIP TATBİKATA BAKMAK, UYKUYU VE GAFLETİ BIRAKIP İBADETE DEVAM ETMEKTİR.                                                                                                                                             
  •   TASAVVUF, HERKESİN HALİNİ ANLAYABİLMEK, FERASETLİ OLMAKTIR. TASAVVUF, İÇTEN İNANARAK ÖLÜNCEYE KADAR O İMANI MUHAFAZA ETMEKTİR. TASAVVUF, KUR’AN-I KERİM’İN AHKÂMINI AMELEN TATBİK ETMEK, EMİR VE YASAKLARI BİHAKKIN YERİNE GETİRMEKTİR. TASAVVUF, KÂİNATTAN HABERDAR OLMAKTIR. TASAVVUF, HALKI HAKK’A (CC) DAVET ETMEKTİR. TASAVVUF, HERKESİN İMDADINA KOŞMAK, İHTİYAÇ SAHİBİ OLANLARIN DERTLERİNE DERMAN OLMAKTIR.                                                                                                                                                          
  •  TASAVVUF (TARİKAT) ALLAH-Ü TEALA (CC) HZ.LERİ’NİN DÜŞMANI OLAN NEFSE YARDIM ETMEMEYİ, ONUN İSTEKLERİNİ YAPMAMAYI KALBE YERLEŞTİRMEKTİR. TASAVVUF KALBİN TASFİYESİ VE NEFSİN TEZKİYESİDİR. YANİ KALBİN ALLAH-Ü TEALA (CC) HZ.LERİ’NİN SEVGİSİNDEN BAŞKA, HER SEVGİDEN TASFİYE EDİLMESİ, NEFSİNDE ALLAH-Ü TEALA (CC) HZ.LERİ’NİN HER EMRİNE UYAR HALE GETİRİLMESİDİR. İTİKATI DÜZELTMEDİKÇE, İSLAM’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMADIKÇA, HARAMLARDAN SAKINIP İBADETLERİ GERÇEK MANADA YERİNE GETİRİP YAPMADIKÇA, KALBİN TASFİYESİ VE NEFSİN TEZKİYESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR.                                                                                                                                                                                                              
  • EĞER İMANLI OLAN KUL TASAVVUFUN (TARİKAT), NEFSİ BEŞERİ KİRLERDEN VE RUHU TABİİ KİRLERDEN TEMİZLEMEYE BAĞLI OLDUĞUNU, KUR’AN VE HADİS LİSANIYLE DAİMA BUNLARA İŞARET ETTİĞİNİ BİLSE, AYNI ZAMANDA TEZKİYE VE TASFİYEYE DAYANAN SALİH KALBİ İMANI SADIK İLE OLSA, KUR’AN AHLAKINI KOLAY, TABİİ VE TEKELLÜFSÜZ BİR ŞEKİLDE ANLASA, O ZAMAN TASAVVUFUN (TARİKAT) EHEMMİYETİNİ VE KONUSUNUN ULVİYETİ DOLAYISİYLE YÜCELİĞİNİ GERÇEK MANADA ANLAMIŞ OLUR. ÇÜNKÜ TARİKATIN NETİCESİ, ÇEŞİTLİ ZİKİR, ADAB VE EVRAD İLE ÇEŞİTLİ İBADETLERİ BİR NİZAM ALTINDA VE BİR KALIP ÇERÇEVESİ İÇERİSİNDE YÜRÜTMEKTEN İBARETTİR.                                                                  
  • TASAVVUFTA ALLAH (CC) HZ.LERİ’Nİ DAİMA HATIRLAMAK, ANMAK (ZİKRETMEK), O’NU (CC) HERŞEYDE GÖRMEK VE TÜM EŞYANIN O’NUNLA (CC) KAİM OLDUĞUNA KESİN OLARAK İNANMIKTIR. EVET! TASAVVUFUN EHEMMİYETİ, KONUSUNUN ÖNEMİNDEN ANLAŞILMAKTADIR Kİ, O DA İHSANDIR. AMELLERİN TÜMÜ İHLÂS İTİKAT DAİRESİNE BAĞLIDIR. İHLÂSTAN İTİKATTAN YOKSUN OLAN AMELİN KURTULUŞU YOKTUR. MUHLİS OLAN İDDİA ETTİĞİ ŞEYE İNANIR VE KENDİNİ BÜTÜNÜYLE O ŞEYE VERİR.

K.s.’den-- Şeriat,tarikat,hakikat..


         Allah seni iki dünyada da aziz etsin; bil ki, şeriat peygamberlerin sözü, tarikat peygamberlerin yaptıkları, hakikat ise peygamberlerin gördüğüdür. “Şeriat sözlerim, tarikat yaptıklarım ve hakikat ahvalimdir.” Sâlik olanın, önce şeriat ilminden zorunlu olanı öğrenmesi gerekir. Tarikatte zorunlu olanı amel edip yerine getirirse, hakikat nurları onun çalışma ve gayreti ölçüsünde yüz gösterir.
Ey derviş! Peygamberin söylediğini kabul eden herkes şeriat ehlinden, peygamberin yaptığını yapan herkes tarikat ehlinden, peygamberin gördüğünü gören herkes de hakikat ehlindendir. Herkes bunlardan hangisine sahipse, o kadar nasibini almıştır.
Ey derviş! Her üçüne birden sahip olan taife kâmil kimseler olup, yaradılmışların önderleridir. Bu üçüne sahip olmayan taife, noksanı olan kimselerdir.
Kemalât yolu ve engeller 
Allah seni iki dünyada da aziz etsin, bil ki, insanlar bu süfli âlemde yolcudurlar. Çünkü, semavî meleklerin ruhundan olan insan ruhu, yüce bir aleme aittir. Kendi kemâllerini bulmak gayesiyle kemâl aramak için bu süflî âleme gönderilmişlerdir. Kendi kemâlini bulunca, onun döneceği yer, semavî meleklerin cevheri olacak, ulvî aleme kavuşacaktır. Kemâli vasıtasız bulamaz. Çünkü insan ruhu külliyatı biliyordu ama cüz’iyatı bilmiyordu. Âlemin cüz’iyatını da bilmesi için ruha süflî alemden vasıta verdi­ler. Böylece külliyat ve cüz’iyattan deliller arayıp yaradanını tanıdı. İşte o vasıta, (beden) kalıbıdır. O halde insan, ruh ve bedenden oluştu. Onun ruhu yüce alemden , bedeni ise süflî alemdendir. Ruhu emir aleminden , bedeni halk alemindendir.
Bu giriş bilgisini anladıysan, şimdi bil ki, bazı insanlar, bu süflî âlemde yolcu ol­duklarını, kemâl aramak için geldiklerini bilmezler. Bilmedikleri için kemâl aramakla meşgul değildirler. Batın, ferc, ve oğlan (yeme-içme, cinsî münasebet ve evlat sahibi olma) şehvetleri onları aldatmı ş, kendileriyle meşgul etmiştir. Bunların hepsi halkın putlarıdır. Bazı insanlar, bu süflî âlemde misafir olduklarını ve kemâl aramaya geldiklerini bilirler. Ama kemâl aramakla meşgul değillerdir. Küçük put olan dıştaki güzelliği sev­mek, büyük put olan mal sevgisi ve en büyük put olan mevki sevgisi onları aldatmış ve kendileriyle meşgul etmi ştir. Bu her üçü de hasların putlarıdır. Bunların tümü dünyanın dalları olup, dünya lezzetleri bundan fazla değildir.
Ey derviş! Sondaki üç dal kuvvetlenip galip gelince, ilk üç dal zayıflar ve mağlup olur. O halde insanların putları, hakikatte yedi olur. Biri nefsi sevmektir. Diğer altısı da nefsi sevmek içindir. Nefsi sevmek son derece büyük bir puttur. Diğer putlar onun vasıtasıyla meydana gelirler ve hepsi kırılabilir. Ama son derece büyük bir put olan nefis sevgisi kırılamaz.
Bazı insanlar bu süflî alemde yolcu olduklarını, kemâl aramaya geldiklerini, kemâl aramakla meşgul olduklarını bilirler. Bazısı kemâle ermişlerdir ve başkalarını kemâle er­dirmekle meşguldürler. Bazıları kemâle erdikleri halde kendileriyle meşguldürler. “Onların içinde öz canına zulmedenler bulunduğu gibi, içlerinde orta yolu tutanlar, hayır işlerinde Allah’ın izniyle ileri gidenler de vardır.” (Fâtır 32) İnsanlar bu üç taifeden fazla değillerdir. Bunlardan bazısı insan olduğu halde, bazıları da insana benzerler.
Sözü uzatıp, maksadımızdan geri kalmayalım. Ey derviş! Kemâle ulaştıran yol bir tanedir. O yol da, önce tahsil ve tekrar, sonra mücahede ve zikirdir. Önce medreseye git­meleri, sonra medreseden dergâha gelmeleri gerekir. Böyle yapan herkesin maksada ulaşması mümkündür. Böyle yapmayan kimse hiçbir zaman maksada ulaşamaz.
Ey dervi ş! Medreseye gitmeyip, doğruca dergâha giden kimsenin Allah’a doğru se­yirden nasibini alması ve Allah’a ulaşması mümkündür. Ancak, Allah’ta seyir ( seyr fillâh ) hususunda nasipsiz kalır.
Rahatlık ve sıkıntı 
Ey derviş! Dünya ve dünya nimetlerine gönül vermemeli, hayat, sıhhat, mal ve mev­kie itimat etmemelisin. Çünkü “ay feleği”nin altında olup, üzerinde feleklerin döndüğü her şey bir halde kalmaz. Kendi hallerinden de çıkarlar. Yani bu süflî alemin hali tek bir şekilde kalmaz; sürekli dönüş halindedir. Her an başka bir şekle bürünür, her saat başka bir biçim alır. Daha ilk biçimi tamamlanmayıp istikametini bulmadan başka bir biçime bürünür ve ilk şeklini kaybeder. Dünyanın işi tıpkı deniz dalgasına benzer. Akıllı olan kimse hiç bir zaman deniz dalgası üzerine bina yapıp, oturma niyetinde olmaz.
Ey derviş! Kesin olarak bil ki, bizler yolcularız. Kuşkusuz saat saat göçeceğiz. Her birimizin hali yolcu gibi olduğundan, herkes saat saat göçmeye devam edecektir. Rahatlık varsa geçer; mihnet varsa, o da geçer. Makam ve rahatlığın varsa, fazla güvenme. Çünkü bir saat sonra ne olacağı belli değildir. Mihnetin varsa canını sıkma. Çünkü bir saat sonra ne olacağı belli değildir. Başkasını incitme peşinde olma, elinden geliyorsa ona rahatlık ver.
Bağımlılık ve hürlük 
Ey derviş! Pek çok ilim ve hikmet okuduktan sonra kendini alim ve bilgin sanma. Yine bol ibadet ettikten sonra kendine âbid ve şeyh adını verme. Çünkü bunlar büyük bela ve azaptır. İlim ve hikmette ihtiyacın kadarıyla yetin. Faydalı olanı elde et. Yeteri kadar ibadet et. Yapılması zorunlu olanı yerine getir. Allah’ı tanıdıktan sonra nefs te­mizliği elde etmeye, incitmeyen, rahatlık veren biri olmaya çalış. Çünkü insanın kurtu­luşu bundadır.
Ey derviş! Nefs temizliğini elde edemeyen kimse şehvetin esiri, mal ve mevkinin kölesidir. Şehvet düşkünlüğü öyle bir ateştir ki, sâlikin din ve dünyasını yakıp yok eder. Onu dünya ve ahirette de hüsrana uğratır. Mal ve mevki sevgisi insan yiyen bir tim­sahtır. Bu timsah binlerce kişiyi yemiş, yutmu ştur. Şehvet düşkünlüğünden, mal ve makam sevgisinden kurtulan kimse tam ve serbest bir insandır. Kesin olarak serbest (hür) olan biri yoktur, mümkün de değildir. Ancak nisbeten serbest olan vardır.
Ey derviş! Bütün insanlar bu âlemde zindandadırlar. Peygamber, veli, sultan, melik ve başkaları, tümü bağlıdırlar. Bazısının bir, bazısının iki, bazısının on, bazısının yüz, bazısının da bin bağı, zinciri vardır. Bu dünyada hiç kimse bağsız değildir. Ama bir bağı bulunan, bin bağı olana nisbetle daha serbesttir. Onun azap ve sıkıntısı daha az olur. Bağı çoğaldıkça, azap ve sıkıntısı da çoğalır.
Yukarıdaki bölümler, Dergah Yayınları’nca 1990 yılında İstanbul’da basılmış olan Tasavvufta İnsan Meselesi: İnsan-ı Kâmil (çeviren: Mehmet Kanar) adlı kitaptan küçük değişiklikler yapılarak alınmıştır.

21 Haziran 2012 Perşembe

İkisini de yılda 4 milyona yakın turist ziyaret ediyor. Tamamen aynı kitle değil, bazen birine gelen öbürüne vakit dahi ayırmıyor. Sayı yıldan yıla artıyor, en büyük şikâyet de buralardaki tuvaletlerin yetersizliği. Ayasofya’ya 1500 yıldır insanlar defi hacet için gelmiyor, bunlar yeni adetler. Topkapı Sarayı’nın her tarafını tuvaletle donatsak gene yetmeyecek. Hiç kimse hesap yapmıyor. Adam başı yılda yarım litre idrar bıraksalar, bu nereye gider diye. Ayasofya’nın ve Topkapı Sarayı’nın altındaki dehlizlerin ve su yollarının haritası halen çıkarılmadı; bu işe girişmek de hiçbir kurumun umurunda değil.

Tek istisna İTÜ’den Doç. Dr. Çiğdem Özkan Aygün ve arkadaşlarıdır. 2005’te Ayasofya’da işe başladılar, doğrusu iş yavaş ilerliyordu; Ayasofya yönetiminin bileceği iş. Yeraltı su yollarının ve rutubeti toplayıp sevk edecek kanalların bizim müzenin altında da uzantıları olacağı doğaldı. Bizim buradan başlayın ve halkın da ilgisini çekecek şekilde günü gününe rapor verin” dedim. Neticeler ilginç; ekipten bir dalgıç kızımız Ayasofya tarafından su kanalına giriyor, bizim orda Harem’deki bir helâ kuburundan çıkıyor. Sorun ciddi, bir an evvel bilimsel yöntemlerle 1500 yıllık Ayasofya’nın ve Bizans kalıntılarını da içeren 550 yıllık Topkapı Sarayı’nın alt yapı haritalarının çıkarılması, tedbirlerin alınması gerekir. Öyle herkesin her istediği yere tuvalet yapması gibi hafifliklerden de vazgeçmek lazım. Tuvalet mıntıkaları Sarayın ve Ayasofya’nın dışında düşünülmelidir. Zira Çiğdem hanımın ve ekibinin araştırma sonuçlarına göre, yer altı kanallarının bazılarının tıkandığı anlaşılıyor.
 Gelelim işin diğer yönüne. Ayasofya ve Topkapı Sarayı’nın alt dünyasının mimar ve mühendislerinin şahane adamlar oldukları anlaşılıyor. Kullanılan malzeme ve bilhassa Ayasofya lağımlarında şpolye (devşirme) dediğimiz antik Yunan-Roma parçalarının da bir dökümü yapılmış. Bunların hepsi 2010 yılında İtalya’da çıkan “Bizantinistica” dergisinde araştırma raporlarında yer alıyor. Mazide bir takım seyyahların Ayasofya’nın altında (Clavijo ve Moreno gibileri) “megale ekklesia” yani büyük Kilise dedikleri çok geniş bir sarnıcın varlığı doğru değil. Ama muhteşem bir kanal ağı var. Onun daha da muhteşeminin Süleymaniye’nin alt katmanında Sinan tarafından gerçekleştirdiği anlaşılmaktadır. Ve bizler bütün bu koruyucu harika yapıları göz önüne almadan canımızın istediğini yapıyoruz. Rönesans’ta birisi, “Bir kitabın kaderi, okuyucusunun havsalasına bağlıdır” demiş. Abidelerin kaderi de onların mirasçısı olanların irfan ve izan ve vicdanına kalmıştır. İstanbul Teknik Üniversitesi ekibini kutlamak ve çalışmalarına destek olmak ve ona göre davranmak gerekir.

İlber Ortaylı

20 Haziran 2012 Çarşamba

Atatürk'ün bilinmeyen kız kardeşi

Atatürk: Yazılarak unutturulan lider. Yazılması istenenler köpürtülerek, istenmeyenler sükûta büründürülerek unutturulan demek daha doğru.

seçeneklerinden birini tercihe zorlayacaktır.
Misal mi? Geçen hafta Başbakanlık Arşivi'ndeki aslını yayınladığım Atatürk'ün hazineye bağışladığı çiftlikleri (ki mal varlığının sadece bir kısmıydı). Tarihçilik ilk, orijinal kaynağa ulaşmaktır. Peki onun ekmeğini yiyen bu kadar kurum olduğu halde çiftlik meselesini burunlarının dibindeki Cumhuriyet Arşivi'nden incelemeye neden yanaşmamışlardır?
Önümde Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi şatafatlı bir unvana sahip kurumun Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2006'da yayınlanan "Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi" kitabı duruyor. Yazarı da bir prof.: İzzet Öztoprak. Üstelik metin kısmı 134 sayfa tutan bu kitabı iki prof. da incelemiş! Gelgelelim geçen hafta düzelttiğim maddi bir hata aynen bu 'bilimsel' eserde de tekrarlanmış. Güya Atatürk bir 'çelik' fabrikasına ortakmış. Hayır efendim, çelik değil, 'çeltik' fabrikasına ortaktı. Düzelt düzeltebilirsen.
Aynı takım hücum üstüne hücum tazeliyor. Vay efendim, daha ne istiyorsun, bak ne güzel çiftliklerini hazineye bağışlamış vs. Ben bu kadar mal varlığını nereden edindiğini sorgulamadım ki? Sadece belgedeki dökümü aktardım. Dökümü verince akla bu sorunun geleceğini pekala biliyorlar çünkü ve hemen savunmaya geçiyorlar. Oysa asıl soruları bu haftaya saklamıştım:
1) Atatürk 155 bin dönüm arazi, şu kadar inek, koyun, tavuk (ve yazmayı unuttuğum 58 adet merkep) vesaire demirbaşları Hazineye hangi şartlarda devretmişti?
2) Devretmeseydi bu mallar kime veya kimlere kalacaktı?
İlk sorudan başlayalım.
İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ı (Bilgi Yay., 3. baskı, 2009, s. 544-545) çarpıcı bir iddiayı dile getirmekte. 'En yakın arkadaşı' diye sunulan İnönü'ye göre Atatürk, Orman Çiftliği'ni Tarım Bakanlığı'na (Ziraat Vekaleti) satmaya çalışıyormuş. Buna itiraz etmiş. Çiftliklerde hükümet ve devletin de büyük emeği bulunduğunu, dolayısıyla "hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satma"nın doğru olmayacağını söyleyen İnönü'ye Atatürk "Öyleyse ne yapayım?" diye sormuş. O da "Bilmiyorum" demiş. Bunun üzerine Atatürk "Vereyim ama nereye vereyim?" diye sormuş. İnönü de "Hazineye ver" diyerek çiftliklerin hazineye devrinin kendi tavsiyesi üzerine gerçekleştiğini anlatmış. İnönü bombanın pimini çekmeyi ihmal etmez:
"Aslında çiftliği elden çıkarma(sı)nın bir sebebi de zarar etmesi(ydi). Ondan kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyor."
Yani zarar eden çiftliği devlete satarak zarardan kurtulmak istemektedir Atatürk. Bunu kim söylüyor? Devrin Başbakanı. Nerede söylüyor? Sabahattin Selek'e anlattığı hatıralarında. Başka ne söylediğini merak ettiniz mi? Öyleyse özetleyerek okumaya devam:
"İkincisi, çiftlik hazineye devrediliyor, fakat bira fabrikası devredilmiyor. Pekala dedim, sahibi Atatürk olduğu için Tekel (İnhisar) Bakanlığı Atatürk ile mukavele imzalayacak. Atatürk'le konuştum. Bakanlıkla mukavele yapacaksınız dedim. Güldü. 'Nasıl olacak?' dedi. 'Bu olmayacak. Karşı karşıya geçeceğiz de devlet başkanı ile hükümet olarak tekel mukavelesi yapacağız, olmaz bu' dedim."
İnönü'nün söylediklerinde iki önemli nokta öne çıkıyor: 1) Atatürk çiftlikleri zarar ettikleri için devlete satmak istiyor ama buna kendisi engel oluyor. 2) Sonunda hazineye bağışlıyor ama kâr eden bira fabrikasını listeden çıkartıyor, buna da İnönü engel oluyor. Cumhurbaşkanının bir bakanıyla karşı karşıya geçip fabrikası için mukavele imzalayacak olmasındaki çarpıklığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
İnönü'yü destekleyen bir başka ifadeye, Kâzım Özalp'ın Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Atatürk'ten Anılar" kitabında rastlıyoruz. Eski TBMM Başkanı bakın ne yazmış: "Ancak, yapılmış olan büyük yatırımlar nedeniyle borçlar da çoğalmıştı. İsmet Paşa'nın teklifi üzerine Atatürk, çiftliği, geliştirilmesini devam etmek şartıyla, bir milli müessese olarak idare edilmek üzere, borçlarıyla beraber hükümete devretmeye razı olmuştu.''
Şimdi diğer soruya geçebiliriz: Çiftliklerini hazineye bırakmasaydı ne olacaktı? Söyleyeyim: Tek yasal varisi olan kız kardeşi Makbule Hanım'a kalacaktı! Makbule Hanım o tarihte tüccar ve fabrikatör ve dahi milletvekili Mustafa Mecdi Boysan'la evliydi.
Genellikle pasif ve ketum bir kadın olarak sunulan Makbule Hanım'ın dinî konularda farklı bir tavır içinde olduğunun en azından 3 örneğini biliyoruz. Birincisi, 19 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda cenaze namazının kılınmasında ısrar eden kişinin Makbule Hanım olduğunu, hatta 1953'te Anıtkabir'e götürülmek üzere tabutu açıldığında içine Arapça bir dua yazılı kâğıdı koymak istediğini biliyoruz.
Ayrıca Falih Rıfkı Atay "Çankaya"sında (Atatürkçü olsam ilk işim bu kitabı yasaklatmak olurdu!) Serbest Fırka'nın faaliyette olduğu yıllarda Atatürk'ün kulağına gelen 'en acı haber'den şöyle bahseder: "En yakınlardan birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, DİN PROPAGANDASI YAPMIŞ OLMASI idi (1)." Diyeceksiniz ki, ne var bunda, isim vermiyor ki! Siz öyle zannedin, "Çankaya"nın 1969 baskısının 574. sayfasındaki 1 nolu dipnotta şu cümle yazılıdır: "Yapan kız kardeşi idi." Gördünüz mü Atatürk'ün o pasif ve suskun kız kardeşini? Serbest Fırka'ya girince Yalova köylerinde ağabeyi aleyhine din propagandası yapmış. Bunu da bir kenara yazın.
Şimdi bilinmeyen bir başka tarafını gündeme getireceğim Makbule Hanım'ın. 8 Kasım 1952 tarihli "Resimli 20. Asır" dergisinde gazeteci Kandemir'in kendisiyle yaptığı bir söyleşi yayınlanır. İçini döker zavallı kadın. Kocasından boşanmıştır. Ne arayanı vardır, ne soranı. "Hayatta yapayalnız kaldım" der, "Allah'tan başka hiç, hiç kimsem yok. Şu evde, ÖMRÜM KUR'AN VE İBADETLE GEÇİYOR. Bir de O'nun sesi kulaklarımda."
Siz hiç Makbule Hanım'ın ömrünün namaz kılarak ve Kur'an okuyarak geçtiğini yazan bir Atatürk kitabı okudunuz mu? Okumadınız muhtemelen ama sağlığında yayınlanan bu söyleşisinde öyle diyor. Başka ilginç şeyler de diyor: Annem Zübeyde Hanım'ın mezarı başına bir taş dikilsin demişti abim, onlar ise götürüp bir kaya parçası koymuşlar. "Böyle yapacaklarını bilseydi herhalde razı olmazdı."
Atatürk'ün, İnönü'nün oğullarına mirasından para bıraktığı vasiyete inanmadığı türünden yenilir yutulur olmayan şeyler de söylüyor ama bu kadarı bile Makbule Hanım'ı tanımadığımızı göstermeye yeterli. Neyse, ben şu "Din propagandacısı" üzerinde biraz çalışayım izninizle.


Laiklik

Laiklik anayasaya hangi tarihte konulmuştur?.. 1937'de... M. Kemal çok hastadır, bir sene sonra vefat edecektir, CHP'nin altı oku (laiklik bu oklardan biridir) anayasaya alelacele ilave edilmiştir. Halka sorulmuş mudur? Hayır. Tepeden inme... Meclis'te müzakere edilmiş midir, tartışmış mıdır? Tek parti meclisinde hiç ciddî tartışma olur mu? Bâlâdan (yukarıdan) emir gelir, saylavlar el kaldırır ve iş biter. Altı okun anayasaya girmesiyle birlikte devlet, Cumhuriyet partiyle özdeşleşmiştir.
Resmî ideoloji Kemalizmi M. Kemal mi icat etmiştir?
Laf olarak onun sağlığında Kemalizm veya Kamalizm vardı ama, bugünkü şekliyle bu ideoloji, Ebedî Şef'in ölümünden sonra fabrike edilmiştir.
Kemalizm sahiden bir ideoloji midir?.. Değildir. İdeolojimsi bir derme çatma şeydir.
Bu ideolojinin mimarları kimdir?
Şu meşhur Moiz Kohen, Tekin Alp ve benzeri şahsiyetler.
Cumhuriyet kurulduğunda anayasada ne yazıyordu? Devletin dini İslam'dır yazıyordu.
Bu madde ne zaman kaldırıldı? 1928'de...
1928'den 1937'ye kadar anayasada laiklik maddesi oldu mu? Olmadı.
Türkiye'de, Fransa'da olduğu gibi gerçek bir laiklik oldu mu?.. Hiç olmadı... Bizdeki laiklik aslında laikçiliktir?
Laiklik perdesi altında ne yapıldı?.. Müslüman halkın temel insan hakları ve hürriyetleri vahim şekilde ihlal edildi.
Müslümanların din eğitimi baltalandı, kaldırıldı.
Din hürriyeti ayaklar altına alındı.
Üç Müslüman bir evde toplanıp namaz kılarlar, dinî kitap veya risale okurlar, polis evi basar, Müslümanları göz altına alır, mahkeme onları tutuklar, ağır cezalarda sürünürler, ağır hapis cezalarına çarptırılırlar... Gerekçe: Laikliği ihlal etmişler. Bendeniz 1967'de din ve dünya birbirinden ayrılmaz cümlesini sarf ettiğim için ağır cezada yargılandım, iki sene ağır hapse, bir buçuk sene Çanakkale'de sürgün cezasına çarptırıldım. Laikliği ihlal etmişim...
Laikçilik yobazları hukuk mukuk dinlemezlerdi. Nurcular bin kere beraat etseler, bin birinci defa aynı "suçtan" yine yakalanırdı.
Türkiye Ortadoğu'nun Japonya'sı olabilirdi ama laiklik ve Kemalizm jakobenlerinin fanatizmi, militanlığı, holiganlığı ve zulmü yüzünden olamadı.
Otomobil, uçak fabrikası yapacaklar, Türkiye'yi manen ve maddeten çok kalkındıracaklardı ama önce şu laikliği pekiştirelim, önce bu gerici yobazların kafalarını kıralım derken kalkınmaya vakit ve imkân bulamadı musibetler...
Hâlâ laiklik diye diretiyorlar.
Soruyorum: Laiklik bir insan hakları değeri midir?
Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi'nde laikliğin esamisi var mıdır?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde, öteki metinlerde laiklik kelimesi ve kavramı geçiyor mu?
Hiçbirinde yoktur.
Çünkü laiklik evrensel bir değer, hak ve hürriyet değildir.
Biz Müslümanlar anayasaya devlet teokratiktir maddesinin ilave edilmesini istemediğimiz gibi laikler de diretmesinler.
Anayasada ne teokrasi olsun, ne laiklik.
İnsan hakları olsun... Âdil hukukun üstünlüğü olsun... Din, inanç, fikir, vicdan hürriyeti olsun...
Mason, Mason Cumhuriyeti isteyebilecek.
Sebataycı, Cumhuriyeti kendi rengine boyayabilecek.
Kriptolar bildiklerini okuyabilecek.
Lakin Müslümanların elleri kolları bağlı olacak. Neymiş laikliğe aykırı olurmuş.
Fransız Katolik misyonerlerinin Saint Joseph Özel Lisesi var ama Müslümanlar (mesela) İmam-ı Gazalî İslam Lisesi'ni açamayacaklar. Neymiş, laikliğe aykırı olurmuş.
Masonlar localarında masonik ayin yapabilirler ama Müslümanlar tekke açıp zikrullah yapamaz. Neymiş, laikliğe aykırı olurmuş.
Birtakım Kemalist ilahiyatçıların etekleri tutuşmuş, İslam ile laiklik bağdaşır diye bilimsel laflar ediyorlar. Sevsinler!..
İslam ne Kemalizm'le, ne de başka beşerî bir ideoloji ile bağdaşmaz.
İslam laiklikle bağdaşmaz.
İslam laikçilikle hiç bağdaşmaz.
Ne şiş yansın ne kebap zihniyetiyle anayasa yapılmaz.
Ya yatay beşerî iradelerimizle dosdoğru bir anayasa yapacağız, yahut dikey irade-i külliyenin sillesini yiyeceğiz.
Ne demek istediğimi anladınız mı?
(İkinci yazı)
İyi Şeyler Yok Mu İmiş?
Hep kötü şeyler yazıyormuşum, pek karamsarmışım, biraz da iyi şeyler yazsaymışım ya...
Allah böyle diyenlere akıl fikir ihsan buyursun.
Bendeniz Müslüman bir yazar olarak vazifemi yapıyorum.
Nedir vazifem?.. Kendi çapımda, "cirmim" ne kadarsa emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır...
Sadece bundan mı ibarettir vazifem?.. Hayır, başka vazifelerim de vardır. Onları da bilgim, kültürüm, ahlâk ve karakterim, vüs'atim derecesinde yapmaya çalışıyorum.
Kesinlikle yapmamam gereken şeyler de var... Meselâ yağcılık, yalakalık, meddahlık...
Bu memlekette iyi şeyler yok mudur?..
Olmaz olur mu?
Eskiden  (1950'ye kadar) Ezan-ı Muhammedî okumak yasaktı. Şimdi serbest.
Harıl harıl yeni cami yapılıyor.
Kur'an kursları açılıyor...
Medrese dersleri, zikrullah meclisleri üzerindeki kanunî yasaklar devam ediyor ama eskisi kadar baskı yapılmıyor.
Başörtülü öğrencilerin bir kısmı okuyabiliyor.
Müslüman yazarlar (isterlerse) cesur yazılar kaleme alabiliyor.
İktisat, teknik, zenginlik bakımından da iyi veya kötü oldukları tartışılabilecek gelişmeler var.
Gökte vızır vızır uçaklar... Üç şeritli yollarda lüks binitler... Müzeyyen meskenler...
Ama... Evet ama...
Şu veya bu iyi şeyler var ama memleket ve devlet gemisi su alıyor...
Millî barış ve sosyal mutabakat berhava olmuş...
Ahlâksızlık, iffetsizlik, yiyicilik almış yürümüş...
Ülkede 500 milyar dolar kara, kirli, necis, haram servet birikimi varmış... Zenginlik çok artmış...
Cami çok, ezanlar hoparlörlerle 100 desibelin (bazen 150 desibel) bağırılıyor ama camilerde sabah namazında cemaat çok az. Hele liseli ve üniversiteli gençler hemen hemen yok.
Ahali-i müslimenin büyük kısmı sabah vaktinde leş gibi uyuyor. (Her halde mışıl mışıl uyuyor diyecek değilim...)
İtikatta vahim bozukluklar, bid'atler, hattâ sapıklıklar başlamış.
Dindar geçinen bir kısım Müslümanlar pek dünyevîleşmiş...
Tesettürün bile cılkı çıkartılmış...
Lüks ve israf almış yürümüş...
Adana'da aç, sefil, perişan, borçlu anne intihar ederken bir kısım Müslümanlar vur patlasın çal oynasın...
Canına kıyan zavallı anneye birkaç yüz lira zekat verilmedi.
Ramazan geliyor... Mübarek ayda bazı utanç verici etkinlik ve şenlikleri yine göreceğiz.
Ben eminim ki, bu Ramazan'da da bazı Müslümanlar patrikler, papazlar, hahamlar, monsenyörlerle birlikte beş yıldızlı içkili mekânlarda iftar edecekler ama on Müslüman cemaat ve tarikat reisi bir araya gelmeyecek.
Evet, geminin lüks birinci mevki kamaralarında, süitlerinde, yemek salonlarında dehşetli bir ihtişam var.  Var ama geminin selametini ve güvenliği tehlikeye atacak kavgalar, fitneler ve terör de var.
Lüks sınıfların yolcularının keyiflerine diyecek yok ama fakir yolcular sıkıntı içinde. Açlık, sefalet, borç yüzünden bir anne intihar etti.  Zekâtları Kur'an'a, Sünnet'e, Şeriat'a, ahlâka, vicdana, hikmete aykırı olarak toplayanlar bu konunun üzerinde hiç durmuyor.
Gemi dehşetli bir denizde, fırtına içinde, düşe kalka yol alıyor. Gemi su alıyor. Birileri gemiyi delmeye uğraşıyor. Gemide çok ahlâksızlık var. Gemideki Müslümanlar paramparça, aralarında birlik yok.  Gemide çok cami ve mescit var ama namaz kılanların nispeti yüzde 10'e düşmüş.
Geminin bir genelevi var, orada açık, yasal, KDV'li, gelir vergili karı satışı yapılıyor...
Gemide zina suç değil...
Gemide herkesin arasında açıkta öpüşmek, sevişmek yasak değil.
Bendeniz bu manzara karşısında, bu tablo içinde gemide yemekler iyi, gemide namaz da kılınıyor, geminin Kur'an kursunda hafızlar yetişiyor diyerek vahim gerçekleri ve tehlikeleri göz ardı mı edeyim? Susayım mı?
Vahimlerin vahimi şu:  Gemi "şimale" doğru gidiyor. Şimalde buzdağları var. Gemi Titanic gibi bir aysberge toslayabilir.
Camilere konulan klima cihazları, soğuk su cihazları, kaloriferler, hoparlörler, halılar gemiyi kurtarmaya yetmez ki...
Elbette zengin yolcuların keyfi yerinde... Yemekler şahane...
Ama su alan gemi tehlikede...
06.06.2012

10 Haziran 2012 Pazar

Atatürk'ün mal varlığı

Atatürk'ün oteli, lunaparkı, gazoz fabrikası, şarap imalathanesi, deri fabrikası, 2 fırını, 4 lokantası, 443 baş sığırı, 13.100 baş koyunu ve 2.450 adet tavuğu olduğunu biliyor muydunuz?


Atatürk'ün mal varlığı konusu, bağışlandığı 1937'den beri bilinse de, 1968'e kadar tartışma gündemine getirilmemiş. Fethi Naci'nin 1968 tarihli "100 Soruda Atatürk'ün Temel Görüşleri" kitabı bu konuya yer vermiş. Doğan Avcıoğlu "Türkiye'nin Düzeni"nde özet geçmiş. Nihayet çok okunduğu için Atatürk'ün mal varlığı bilgisini kamuoyuna mal eden eser 1970 Şubat'ında arz-ı endam etmiş kitapçı vitrinlerine: Yazan: İsmail Cem. Adı: "Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi".
Sol hareketlerin bu canlı yıllarında Atatürk ile de sert bir hesaplaşma içine girilmişti; yani o tarihte sol, henüz Kemalizm'e eklemlenmiş değildi. Atatürk devrimlerini 'sol devrim'in bir aşaması kabul ediyor ve aşılması gerektiğini savunuyorlardı. Tabii Cumhuriyet'in ilk yıllarında solun devlet eliyle ezilmesini de bir tür tabii afet gibi değerlendiriyorlardı.
Atatürk'ün 11 Haziran 1937'de Hazine'ye devrettiği ve kendisi tarafından çıkarılan mal varlığı dökümünün orijinaline Başbakanlık Arşivi'nde ulaştım ve tam ve hatasız bir şekilde burada yayımlayacağım. Ancak önce Türkiye'de Atatürk'ün ne kadar ciddiye alındığına dair birkaç cümle.
Fethi Naci bazı hatalarla "Söylev ve Demeçler"in 4. cildinden alıyor listeyi. İsmail Cem de listeyi Naci'den aktarıyor ama kaynağını yanlış yorumlayarak onun bu bilgileri Mazhar Leventoğlu'nun "Atatürk'ün Vasiyeti" kitabından aldığını yazıyor. Derken Cem'in kitabı da başkalarına 'kaynak' oluyor! ve aynı hatalar devam edip gidiyor. Kimse gidip Başbakanlık Arşivi'ndeki orijinaline bakma zahmetine katlanmadığı için liste yalan yanlış yayımlanıp duruyor.
Biri de şu listenin orijinalini yayımlayıp tartışmalara son vermiyor ne yazık ki. Aşağıdaki liste, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde bulunan orijinal belgeden alınmış olup mesela önceki yayınlarda "çelik fabrikası" diye geçen ibarenin aslında "çeltik fabrikası" olduğu gibi vahim hataların düzeltilmiş şeklidir.
Hazırlattığı ve altına imza attığı listeye göre Atatürk Ankara'da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesgut ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Orman Çiftliği ile Yalova'daki Millet ve Baltacı, Silifke'deki Tekir ve Şövalye çiftliklerinin, Hatay Dörtyol'daki portakal bahçesi ile Karabasamak çiftliğinin, ayrıca Tarsus'taki Piloğlu çiftliğinin sahibidir.

KEMALLAND


Kemâlland

Binlerce Atatürk heykeli ve anıtı... On binlerce Atatürk büstü... Yüz binlerce Atatürk resmi, kimisi silindir şapkalı ve pelerinli, kimisi kalpaklı... Binlerce Atatürk Okulu, kütüphanesi, resmî kurumu... Atatürk Caddesi, bulvarı, meydanı... Paraların pulların üzerinde Atatürk'ün resimleri... Okullarda Atatürk okutuluyor... Mecburî din dersi kitaplarının başında Atatürk'ün resmi ve Gençliğe Hitabesi yer alıyor... Diyanet İşleri Başkanı'nın tepesinde sert bakışlı kocaman bir Atatürk portresi... Ankara'daki Atatürk'ün Anıt-Kabri bir Sezar mâbedi gibi... İran ve Suudî Arabistan devlet başkanları hariç her resmî misafir devlet başkanı burayı törenle ziyaret etmek, kabrin başında eğilmek ve deftere hürmetkâr birkaç satır yazmak zorundadır... Bir hükümet, İslamcı da olsa, işe başlarken tam kadro oraya gidip saygılarını sunmaya mecburdur... Milletvekili seçilenler, Atatürk'e sadakat yemini etmezlerse vekillik mazbatasını alıp Meclis'e katılamazlar... Atatürk inkılâplarına ve ilkelerine aykırı siyasî parti kurulamaz... Şimdi devam ediyor mu bilmiyorum, 12 Eylül darbesinden sonra bütün müftülerin, imamların, müezzinlerin, vaizlerin Atatürk'e yazılı sadakat yemini yapmaları, taahhütte bulunmaları mecburî idi... Tevhid-i Tedrisat eğitiminin ana gayesi Atatürkçü nesiller yetiştirmekti... Atakent'ler... Ataşehir'ler... Her yerde Atatürk'ün vecizeleri... Hz. Ali'nin sözü olan "Adalet Mülkün Temelidir" cümlesinin altında bile Atatürk yazılı...19 Mayıs Atatürk bayramı... 23 Nisan Atatürk bayramı... 29 Ekim Atatürk Cumhuriyeti bayramı... Bazen camilerin minberleri okunan hutbelerde bile Atatürk ve arkadaşlarına dua ediliyor...

İlahiyat fakültelerimizde Kemalist ilahiyatçılarımız var.

Lisan, tarih, edebiyat, kültür, sanat... Atatürk Atatürk...

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat devrim ve darbeleri Atatürkçülüğü ayakta tutmak için yapılmıştır.

Atatürk sağlığında bu kadar olacağını tahmin etmiş midir? Sanırım etmemiştir.

Atatürk'ün sağlığında Diyanet İşleri Başkanı'nın makamında Atatürk portresi yoktu... İsmet Paşa zamanında da yoktu.

Diyanet reisinin tepesine büyük bir Atatürk portresi, Adnan Menderes Celal Bayar zamanında, Başvekâlet (Başbakanlık) müsteşarı Mason Üstad-ı Azamı Ahmet Salih Korur tarafından koydurulmuştur.

Yılını unuttum, o zaman Ankara Hacıbayram Camii şerifinde Cuma hutbelerini Ezher mezunu Konyalı merhum Mustafa Runyun hocaefendi okuyordu. Yılbaşından önceki bir cumada Müslümanları yılbaşı kutlamaları yapmamaya, yılbaşı hindisi pişirmemeye çağıran bir hutbe okumuştu. Bu hutbe Masonları ve Kemalistleri sinirlendirmiş. Zamanın Diyanet reisi Eyüp Sabri hocanın uyarılmasına yol açmıştı. Reis de, Runyun hocayı çağırıp niçin böyle hutbeler okuyorsun diye azarlamıştı... Bunun ardından Başbakanlıktan büyük portre gelmiş, Diyanet Reisi'nin tepesine asılmıştı... Runyun hoca, beni azarladı ama tepesine Atatürk resmi de asıldı diye bendenize anlatmıştı.

Şarkta bir okul açılsa, müdürün tepesine Atatürk portresi değil de, Kazım Paşa'nın büyük bir resmi asılsa ne olur? Kızılca kıyamet kopar.

Bir mahkeme salonundaki "Adalet Mülkün Temelidir" levhasının altına, Atatürk değil de, Hz. Ali imzası yazılsa yine kıyamet kopar.

Paralara, pullara Fatih Sultan Mehmed'in, Kanunî Sultan Süleyman'ın, Sokollu'nun resimleri basılmak istense ne olur? Kıyamet kopartırlar.

Sanırım biz bugünkü halimizle, Atatürk konusunda M. Kemal Paşa'yı da geçmiş vaziyetteyiz.

Atatürk'le yatıyoruz Atatürk'le kalkıyoruz.

Birinci dünya savaşında Almanların Türkiye'ye gönderdikleri vagonların üzerine Enverland diye yazdıklarını okumuştum.

Biz şimdi ülkemizi Kemâlland'a çevirmişiz.

Mehmet Şevket Eygi
Gazeteci-Yazar

"Osmanlı tarihi ister kalemle, ister fırçayla ya da şimdiki zamanda sinemayla olsun; bilgisiz ve safdil adamların amiyane yorumlarıyla doludur." İlber Ortaylı

"Osmanlı tarihi ister kalemle, ister fırçayla ya da şimdiki zamanda sinemayla olsun;
bilgisiz ve safdil adamların amiyane yorumlarıyla doludur."

İlber Ortaylı